Dr. Mustafa Al-Wahaib
Anadolu Yakın Doğu Araştırmaları Merkezi
Türkiye, 2015-2020 yılları arasında meydana gelen köklü iç ve dış değişimleri doğrultusunda dış politika öncelik ve ilkelerinde göreceli bir dönüşüm yaşıyor.
İçeride: 2016 yılında yaşanan başarısız darbe girişimi ve 2017 yılındaki parlamenter sistemden ‘Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ne geçiş, Türk dış politikasının mevcut seyrini belirlemede önemli bir rol oynamıştır.
Dışarıda: Türkiye, Suriye, Irak ve Libya’daki istikrarsız bölgesel ortamın yanı sıra, enerji kaynakları üzerindeki çatışma; Doğu Akdeniz’de sınırların yeniden çizilmesine ve Türkiye’nin uluslararası arenaya yönelik askeri müdahalelerle meşgul olmasına yol açtı. Tüm bunlar, başta Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Türk dış politikasının birçok tarafla ilişkilerini değiştirmesine yol açmıştır.
Türkiye’nin ‘Arap Baharı’ olarak nitelendiren süreçle ilgili tutumu ve Körfez krizinde Katar’ın yanında yer alması, Suudi Arabistan gibi stratejik ve büyük ekonomik çıkar ve ilişkilere sahip olduğu bazı Körfez ülkeleriyle ilişkilerinde stratejik kayıplara sebep olmuştur.
Bu çalışmada, Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası güçlere yönelik dış ilişkilerinin seyrini ve bağlamlarını inceliyor; 2015’ten bu yana yaşanan olayları ve değişimler doğrultusunda yaşanan gelişmeleri detaylandırıyoruz.
Çalışmanın sonuna eklediğimiz kısımda; Türkiye’nin bazı ülkelerle arasındaki ilişkilerde değişiklik olmadığı görülüyor. Bu kısmı, Türkiye’nin söz konusu ülkelerle ilişkilerinin önemine binaen eklemeyi gerekli gördük.
Türk dış politikasını etkileyen temel faktörler
Geleneksel olarak bir ülkenin dış politikası, bir araç olarak sözde “girdiler ve çıktılar” belirlenerek analiz edilebilir. Her ülke, dış politikasını ‘değişmezlerini’ oluşturan ve çok uzun bir süre boyunca devam eden belirli bir dizi ilke, deneyim ve gelenek çerçevesinde yapılandırır. İçsel ve küresel değişkenlerle bağlantılı olarak gelişen “değişen koşullar” diyebileceğimiz başka ilkeler dizisi de vardır.
Bu bağlamda, Türk dış politikası Mustafa Kemal Atatürk tarafından modern Türk devletinin ortaya çıkmasıyla birlikte kurulmuş ve aşağıdaki faktörlere göre oluşturulmuştur:
1. Hakim olan siyasi elitlerin ideolojisi (Kemalizm):
Modern Türk devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Türk dış politikasının gidişatını belirleyen ideolojik çerçeveyi ortaya koymuştur. Türk hükümetlerinin yönelimleri ne olursa olsun, Kemalist ilkelere uygun ilke ve politikalar, dış politikayı belirler. Söz konusu ilkeler ise şu şekildedir:
-Laiklik:
Atatürk, laikliği modernleşmenin gerekli bir bileşeni olarak görür ve onun laiklik anlayışı sadece siyasi hayatı değil, tüm sosyal ve kültürel hayatı kapsar. Atatürk’ün formüle ettiği laiklik ilkesine göre, devlet geçmiş dönemlerde olduğu gibi iç ve dış politikalarını dini temele göre inşa edemez ve uygulayamaz.
-Milliyetçilik:
Atatürk’e göre millet; geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı vatana sahip, aralarında dil, kültür ve duygu birliği olan insanlar topluluğudur. Ona göre, bu ortaklığı sürdüren insanlar ‘millet’ olmayı hak eden insanlardır. Atatürk, Türk milletinin şekillenmesinde etkili olan faktörleri ise şöyle sıralamaktadır:
*Siyasi birliktelik
*Dil
*Köken
*Soy
*Tarih
-Cumhuriyetçilik:
Cumhuriyet, Atatürk’ün temel ilkesi ve temel değeridir. Çünkü cumhuriyet, ona göre bir devletin ve yönetimin biçimini temsil eder. Vazgeçilemezdir ve yeni Türk devletinin temelidir. Bu nedenle 1924 yılından itibaren Türkiye’de yazılan tüm anayasalarda cumhuriyet ilkesi korunmuştur. Atatürk, “Demokrasinin tam ve en belirgin şekli cumhuriyettir. Türk milletinin karakter ve adetlerine en uygun olan idaredir” ifadesini kullanmıştır.
2. Tarih faktörü: Türk dış politikası, üç kıtaya (Asya, Afrika ve Avrupa) yayılan coğrafi bölgelere hükmeden Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi olarak, tarihi ve kültürel bir bağlama dayanmaktadır. Osmanlı Devleti, yönettiği toplumları bazı kültür, gelenek ve görenekler açısından büyük ölçüde etkilemeyi başarmıştır.
İslam ülkeleri ve Arap ülkeleri bağlamında, Osmanlı’nın dört asır boyunca İslam hilafetinin merkezi olması, İslam ve Arap ülkeleriyle ortak tarihi ilişkilerini canlandırarak Türkiye’nin bölgesel rolünü harekete geçirmesine katkıda bulunmuştur. Bu kültürel miras Adnan Menderes dönemi müstesna Turgut Özal dönemine kadar Türkiye’nin dış politikasında öne çıkmasa da AK Parti döneminde dış politikaya yansımaktadır.
3. Jeopolitik ve jeostratejik konum:
Türkiye’nin, Avrupa, Asya ve Orta Doğu’yu birbirine bağlayan kara köprüsü şeklindeki stratejik jeopolitik konumu ülkenin dış politikasını belirlemede önemli bir unsuru teşkil etmektedir. Bu stratejik konumu Türkiye’yi bir Balkan, Akdeniz, Kafkas, Orta Doğu ve Avrupa ülkesi haline getirmektedir. Türkiye’nin coğrafi konumu, eski Başbakan Mesut Yılmaz’ın dediği gibi “ulusal güvenlik sendromu” yaratmıştır.
Aynı zamanda bu durum, Türkiye’nin yakın ve uzak uluslararası gelişmelere daha fazla maruz kalmasına sebep olmaktadır. Bu nedenle Türkiye, uluslararası ve bölgesel siyasi dengedeki değişikliklere karşı çok hassas bir durumdadır.
Bu bağlamda yakın geçmişte, Türkiye’nin yakın bölgesinde cereyan eden olaylar; Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Doğu Avrupa’nın sürekli gelişmesi, Balkanlardaki Bosna-Hersek ve Kosova krizleri ve Kafkasya’da Dağlık Karabağ, Çeçenya ve Abhazya ile ilgili çekişmelerin tamamı Ankara’nın dış güvenlik politikalarını etkilemiştir. 1990-1991 Körfez Savaşı’ndan sonra Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulması olasılığı güvenlik endişelerini artırmıştır..
Ortadoğu’nun bir parçası olan Türkiye, bölgedeki istikrarsızlıktan büyük ölçüde etkilenmektedir ve bölgede istikrarı bozan herhangi bir gelişme, Türkiye için güvenlik sorunlarına neden olabilir. Böylece, birinci ve ikinci Körfez savaşları, Arap-İsrail savaşları ve son olarak da Arap Baharı devrimlerinden sonraki güvenlik boşluğunun yol açtığı güvensizlik; Türkiye üzerindeki etkisini daha da ağırlaştırdı.
2.1. Türk dış politikasının değişmezleri
Dış politikada değişmezler, devletin dış politikasını etkileyen ve ondan etkilenen, kolay kolay veya aniden değiştirilemeyecek, göz ardı edilemeyecek unsurlardır. Dış politikadaki değişmezler, devletin bölgesel ve küresel meselelere yönelimini ifade eder. Türk dış politikasının değişmezleri şu şekilde sıralandırılabilir:
NATO üyeliği: Dünyanın en büyük askeri bloğuna (NATO) üyeliğini sürdürmek.
Avrupa’ya bağlılık: Türkiye, Avrupa Konseyi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı dahil hemen hemen tüm Avrupa kurumlarının kurucu üyesidir.
Amerika Birleşik Devletleri ile Stratejik Ortaklık: Türk dış politikasının pusulası, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana Amerika Birleşik Devletleri’nin yönü ile tutarlı olmuştur.
Orta Asya ve Kafkasya’ya Uzanma: Orta Asya ve Kafkasya bölgesindeki Türk Cumhuriyetleri, (Özbekistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan) Türkiye ile arasındaki dilsel ve etnik bağlar nedeniyle dış politikanın değişmezlerinden biri haline gelmiştir.
Karadeniz’in güvenliği: Rusya ile ilişkiler ve Karadeniz’in güvenliği stratejik bir eksen oluşturmaktadır.
2-2. Türk dış politikasındaki değişkenler
Dış politikadaki değişim, mütevazi ve tekrar eden değişimi değil, daha geniş bir göreli değişimi içeren bir fenomen olarak tanımlanır. Devletin temel eğilimlerini, dış politikanın yeniden yapılandırılmasını veya bürokratik devlet kurumlarını ve toplumu (sistem demokratik ise) bu değişikliği yapmaya ikna etmeyi gerektiren değişiklik radikal bir değişikliktir ve bu tür radikal değişiklikler tekrarlanmaz.
Bir önceki noktada, hükümetlerin ve zamanın değişmesiyle değişmeyen Türk dış politikasındaki temel faktörleri ve değişmezleri incelemiştik. Burada ise Türk dış politikasının çıkarları içinde değişime uğrayabilen en önemli meseleleri inceleyeceğiz. Bu meseleler; Balkanlar ve Ortadoğu olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. Türkiye’nin bu bölge ülkeleriyle olan politikaları, bölgesel ve uluslararası siyasi değişimlere, bu ülkelerin yaşadığı olaylara ve bunlardan çıkan sonuçlara göre değişmektedir.
2-2-1. Orta Doğu
Türkiye’nin Orta Doğu ülkelerine yönelik politikası, zaman dilimlerinin ve Türk hükümetlerinin değişmesine bağlı olarak değişkenlik göstermiştir. 1950’lerde tek parti döneminde Arap ülkeleriyle ilişkileri durgun olan Türkiye, Sovyetler Birliği’nin çöküşüne kadar olan süreçte kısmi değişikliklere tanık oldu. AK Parti’nin iktidara gelmesi, Arap ülkeleri ve İran gibi bölge ülkeleriyle büyük bir yakınlaşmayı ortaya çıkardı. Türkiye, bölgedeki çok sayıda ülke ile dış ticaret hacmini genişletti.
2-2-2. Rusya ve Balkanlar
Türkiye’nin Rusya ve Balkan ülkelerine yönelik politikası, uluslararası olaylarla birlikte değişim göstermiştir. Türk-Rus ilişkilerinin genel atmosferinde her zaman ‘düşmanlık’ hakim olmuştur. Soğuk Savaş sürecinde, Türkiye’nin Batı Bloğunun yanında yer alması, Orta Doğu ve Asya’daki Sovyet yayılmacılığına karşı koymak için NATO’ya üye olmasıyla iki ülke arasındaki mücadele artmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ve 1990’larda, Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler Türk dış politikasının önemli bir kısmını oluşturmaya başlamıştır. Özellikle Rus gazının Türkiye’ye ihraç edilmesine yönelik boru hattı projeleri bu ilişkilerin başlangıç noktasını oluşturmuştur. AK Parti iktidarının başladığı 2002’den bu yana iki ülke arasındaki ticaret hacminin değeri de artmıştır.
Balkan ülkelerine gelince, Soğuk Savaş döneminde Türkiye, Batı Bloğu için ileri bir üs olarak Balkan ülkelerine büyük önem vermiş ve stratejik öneminden büyük ölçüde yararlanmıştır. Türkiye’nin Balkan ülkelerine verdiği önem, zaman zaman siyasi etkilerden kaynaklanan dalgalanmalara da maruz kalmıştır.
Balkanlar bölgesi, Bosna savaşı sırasında Türkiye’nin önceliklerinden biri haline gelmiş; daha sonra ise Sovyetler Birliği’nin dağılması, Bosna savaşının sona ermesi, bölgede istikrarın yeniden sağlanması ve Ortadoğu’da güvenlik tehditlerinin doğması ile bu öncelik dış politikada gerilerde kalmıştır.
2-3. Türk Dış Politikasının Stratejileri
Türk dış politikası, aşağıda kısaca özetlediğimiz üç ana stratejiye dayanmaktadır:
2-3-1. Birinci strateji: Yurtta sulh, cihanda sulh
Türkiye, dış politikasında, devletin kuruluşundan günümüze kadar “Yurtta sulh, cihanda sulh” stratejisi izlemiştir. Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk tarafından belirlenen bu strateji, Türk dış politikasının en önemli değişmezlerinden biridir.
Türkiye, dış ilişkilerde barışçıl yöntemlere başvurmak anlamına gelen bu stratejiyi uluslararası hukuk ilkelerine saygı duyarak izlemiştir. Türkiye bağımsızlığını ve kendisini o dönem meydana gelen savaşlardan korumak için kuruluşunun başlangıcında bu stratejiyi benimsemiştir.
Türkiye, şu sebeplerden dolayı “Yurtta sulh cihanda sulh” stratejisini benimsemiştir:
2-3-2. İkinci strateji: ‘Sıfır Sorun’ Stratejisi
Eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından “bölge ülkeleriyle dostane ilişkiler kurmak” anlamına gelen “sıfır sorun” stratejisi birkaç temel ilkeye dayanmaktadır:
Güvenlik ve özgürlük arasındaki denge (Devletin ulusal güvenliğine zarar vermemek için ifade özgürlüğünün ve demokrasinin belirli yasalara tabi olması), komşularla sorunların olmaması (Suriye ve Kıbrıs sorunlarının sona ermesi, Ermenistan ile ilişkilerin normalleştirilmesi gibi), çok boyutlu bir dış politika (yani tek bir uluslararası tarafa bağlı kalmamak, burada kastedilen Batı Bloğudur. Türkiye’nin çıkarlarını garanti altına alacak ve dengeyi sağlayacak şekilde Doğu’ya da açılım yapılması), aktif bölgesel politika (bölge ülkelerinin ilişkilerini güçlendirerek bölgedeki Türk rolünü canlandırması), yeni bir diplomatik tarz (dış politika gündemine hakim olan kronik farklılıkları terk ederek enerjisini uluslararası ilişkilerde harcamayı esas alması).
Bu strateji üzerinde çalışmalar 2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidara gelmesiyle başlamış ve Türkiye bu stratejiye dayalı olarak çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Bunlardan en önemlileri şunlardır:
Türkiye, 2015 yılına kadar diğer ülkelerde sıfır sorun ve müdahale etmeme stratejisini sürdürdü. Bu strateji “yumuşak güç” kullanımını destekliyordu.
2-3-3. Üçüncü strateji: Mavi Vatan Stratejisi
‘Mavi Vatan’ Doktrini’nin kökeni, Türk Amiral Cem Gürdeniz tarafından 2006 yılında hazırlanan bir plana dayanmaktadır. Bu doktrin, Bahçeşehir Üniversitesi Deniz ve Stratejik Araştırmalar Başkanı Emekli Amiral Prof. Dr. Cihat Yaycı tarafından belirginleştirilmiştir. Türkiye’nin iddialı bir diplomasi, askeri araçlar, enerji ve diğer ekonomik kaynaklara erişim yoluyla Akdeniz, Ege ve Karadeniz’deki nüfuzunu ve genişlemesini vurgulayan doktrin, “sert güç” stratejisini temsil etmektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin bağımsızlığını dış politikanın her alanında savunmak ve çevresine nüfuz etme çabaları bağlamında 2015 yılında Mavi Vatan Doktrini’ni ulusal bir “ileri savunma” stratejisi olarak benimsedi. Mavi Vatan doktrini kapsamında Türkiye deniz silahlarını önemli ölçüde geliştirdi. Bu konunun detaylarına “Türkiye’de son 5 yılda yaşanan gelişmeler, Savunma Sanayi: 2015-2020” dosyasından ulaşabilirsiniz.
Türkiye şu anda, Mavi Vatan vizyonunu uygulamak için askeri güç kullanmaya daha istekli görünüyor. Bunu; Doğu Akdeniz’de petrol arama güvenliğini sağlamak için askeri fırkateynlerini konuşlandırması, Libya’ya askeri müdahalede bulunması ve Azerbaycan ve Katar gibi müttefiklerini kendi güçleriyle desteklemesinden anlamak mümkün.
3. Türk-Rus ilişkileri
Türk dış politikasındaki değişmezlere ve değişkenlere göre bakıldığında, Türkiye’nin Rusya ile ilişkileri “değişken” olarak sınıflandırılmakta ve iki ülke arasındaki ilişkilerde her zaman çatışma ve düşmanlığın hakim olduğu görülmektedir. Tarihi açıdan incelendiğinde; Osmanlı Devleti, asırlardır İstanbul ve Çanakkale boğazlarını kontrol etme arzusu taşıyan Rus İmparatorluğu’na karşı 12 savaş vermiştir. Tablo-1 bu savaşları göstermektedir:
Tablo-1: Türkiye ile Rusya arasındaki savaşların özeti
Sıralama | Tarih | Savaşın sonucu |
1.Osmanlı-Rus Savaşı | 1568-1570 | Rusya kazandı |
2.Osmanlı-Rus Savaşı | 1676-1681 | – |
3.Osmanlı-Rus Savaşı | 1686-1700 | Rusya, Osmanlı topraklarının bir kısmını işgal etti |
4.Prut Savaşı | 1710-1711 | Osmanlı Devleti kazandı, kaybettiği toprakları geri aldı |
5.Osmanlı-Rus-Avusturya Savaşı | 1735-1739 | Osmanlı Devleti, Belgrad Sözleşmesi ile Belgrad ve Sırbistan topraklarının bir kısmını ele geçirdi |
6.Osmanlı-Rus Savaşı | 1768-1774 | Rusya’nın zaferiyle sonuçlandı, Kırım topraklarının bir kısmı Rus hakimiyeti altına girdi |
7.Osmanlı-Rus Savaşı | 1787-1792 | Rusya kazandı, Osmanlı Kırım’ı Rus toprağı olarak tanıdı |
8.Osmanlı-Rus Savaşı | 1806-1812 | Rusya, Besarabya kentini topraklarına kattı |
9.Osmanlı-Rus Savaşı | 1828-1829 | Rusya, Tuna Prensliği’ni işgal etti ve Yunanistan Osmanlı’dan bağımsızlığını ilan etti |
10.Kırım Savaşı | 1853-1856 | Osmanlı, İngiliz ve Fransızların zaferiyle sonuçlandı. Rusya Moldova’yı terk etti ve kanunen Osmanlı’nın Tuna Prenslikleri üzerindeki egemenliğini tanıdı |
11.Osmanlı-Rus Savaşı(93 Harbi) | 1877-1878 | Rusya ve müttefiklerinin zaferiyle sonuçlandı. Romanya, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan Osmanlı Devleti’nden fiili olarak bağımsızlığını ilan etti |
12.Birinci Dünya Savaşı | 1914-1918 | Almanya ve Osmanlıların Ruslara karşı zaferiyle sonuçlandı. Rusya’nın işgal ettiği toprakları Osmanlı Devleti’ne iade etmesini içeren Kars Anlaşması imzalandı |
Birçok meselede ülkenin çıkarları çatışmaya devam etti. Burada, özellikle Rusya’nın Suriye, Ermenistan, Gürcistan, Abhazya, Güney Osetya’nın ayrılıkçı bölgeleri, Kırım ve son olarak Türkiye’yi askeri kuşatma korkusu yaşattığı Libya’daki yayılmacılığını içeren 2015-2020 dönemine odaklanıyoruz.
Türkiye’de AK Parti iktidarı” döneminde iki ülke arasındaki ilişkilerin uyumlu seyretmesinin arkasındaki itici güç ekonomik ilişkiler olmuştur. Rusya, Türkiye’nin en önemli ticaret ortaklarından biridir ve iki ülke arasındaki ticaret hacmi 2019’da 26 milyar doları bulmuştur. Türkiye’nin Rusya’ya ihracat değeri 3.854 milyar dolar, Rusya’dan ithalatının değeri ise 22.454 milyar dolardır. Rusya’dan yapılan en önemli ithalat maddelerinin başında enerji kaynakları gelmektedir. Akkuyu Nükleer Santrali, TürkAkım doğalgaz boru hattı ve Mavi Akım hattı gibi enerji projeleri iki ülke ilişkilerinin sağlam zeminini oluşturmaktadır. Türkiye ile Rusya arasında turizm sektörü de önemli iş birliği alanlarından biridir. Nitekim, 2019 yılında 7 milyondan fazla Rus turist Türkiye’yi ziyaret etmiştir.
3-1. Karadeniz’in Güvenliği
Deniz güvenliği, Türk dış politikasının öncelikleri arasındaki değişmezlerdendir. Rusya ve Türkiye, Karadeniz’deki nüfuz alanlarını artırmak için sürekli rekabet halindedir.
Tarihi olarak: Rusya, sıcak denizlere ulaşmak ve İstanbul ile Çanakkale boğazlarını kontrol etmek için asırlardır çabaladı. Bu amaca ulaşmak için daha önce Osmanlı Devleti’ne karşı on iki savaşa katılmıştır (Tablo-1). Ancak boğazları kontrol etme hayaline ulaşamamıştır.
Aksine, Türkiye ve diğer ülkelerle gemilerin boğazlardan geçişini düzenleyen uluslararası anlaşmalar yapmakla yetinmiştir. 1936’da İsviçre’de imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi, gemilerin geçişini düzenleyen son anlaşmaydı. Anlaşma (Türkiye, Sovyetler Birliği, Birleşik Krallık, Japonya, Bulgaristan, Fransa, Yunanistan, Romanya, eski Yugoslavya) tarafından imzalanmıştır ve anlaşmanın en önemli hükümleri şunlardır:
Rusya, en fazla ticari gemi ve denizaltına sahip ülke olduğu için, anlaşmadan en çok yararlanan Sovyetler Birliği varisi olarak kabul ediliyor. Türkiye, Rusya’nın 2014 yılında Kırım’ı ilhak etmesine karşı çıktı. Çünkü bu hamle, Rusya’nın deniz kapasitesini ve alanını genişletmesine neden olduğu gibi, stratejik dengeyi kendi lehine çevirmesine yol açtı. Kırım’ın işgalinden sonra, Rusya’nın kıyı şeridi 475 kilometreden bin 200 kilometreye çıktı. Bir başka deyişle; toplam deniz kıyısının yaklaşık yüzde 25’i kadar genişlemiş oldu. Bu, kabaca Türkiye’nin Karadeniz’deki kıyı şeridinin uzunluğu kadardır. Türkiye’nin toplam kıyı şeridinin yaklaşık yüzde 35’ini oluşturan Karadeniz kıyısı bin 785 kilometredir. Rusya, Kırım’daki askeri varlığıyla coğrafi olarak Türkiye kıyılarına daha yakın hale geldi. Rusya’nın ilhakı, Türkiye’nin tarihi olarak kendisi ile yakın bağları olan Kırım Türk Tatarları hakkındaki endişelerini de artırdı. Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesine kayıtsız kalmayan Türkiye, Karadeniz kıyısına askeri yığınak yaparak karşılık verdi ve NATO’yu denizde konuşlanmaya teşvik etti. Rusya’nın Kırım’ı işgali, Ukrayna ile yaşanan siyasi kriz ve Türkiye’nin Ukrayna’nın yanında yer alması gibi gelişmeler, her iki ülke için de stratejik sonuçlar doğurdu.
3-2. Dağlık Karabağ anlaşmazlığı
Türk dış politikasında Azerbaycan ile ilişkiler, değişmezler arasında sınıflandırılmaktadır. Bu nedenle Türkiye, Dağlık Karabağ meselesinde Azerbaycan’ı her alanda desteklemiştir.
Dağlık Karabağ meselesinde Rusya Ermenistan’ı, Türkiye ise Azerbaycan’ı destekliyor. Moskova’nın Ermenistan ile savunma anlaşması bulunurken, Türkiye’nin ise Azerbaycan ile stratejik ortaklığı ve karşılıklı destek anlaşması var. Çünkü Türkiye’nin Azerbaycan ile ilişkisi Türk dış politikasının değişmezlerinden biri. Nisan 2016’da Dağlık Karabağ, 1994 yılında Ermenistan ve Azerbaycan’ın ateşkes imzalamasından bu yana en şiddetli günlere tanık oldu. 2016 yılındaki askeri operasyonlarda, Azerbaycan ordusu karada küçük kazanımlar elde etti ve bu askeri operasyonlarda her iki ülke için de büyük kayıplar yaşandı. Askeri tırmanış dönemi, Rusya ile Türkiye arasında da söz düellosuna tanık oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Rusya’yı Ermenilerin yanında yer aldıkları için eleştirirken, bu tırmanışa bir de Türkiye’nin Rus Su-24 uçağını düşürmesi eklendi ve iki ülke arasındaki ilişkiler daha da gerildi.
Tarihi olarak: Rusya, Azerbaycan’a karşı tüm anlaşmazlıklarında Ermenistan’ı destekledi. Ancak 2020 yılında iki taraf arasında yaşanan son savaşta, mesele başka bir hal aldı. Ermenistan’da 2018 devrimi sonrası Rus karşıtı bir hükümetin göreve gelmesi nedeniyle, Rusya; Ermenistan’a yeterli desteği sağlamadı. Türkiye ise Azerbaycan hükümetini askeri danışmanlar ve silahlarla desteklerken, siyasi desteğini de esirgemedi. Azerbaycan hükümetinin işgal altındaki birçok bölgeyi yeniden ele geçirmesi bu şekilde mümkün olmuştu.
3-3. Suriye savaşı
Türk dış politikasının etkili unsurlarından biri olan coğrafi faktöre istinaden, Suriye; iç istikrarsızlık ve farklı askeri grupların yayılması nedeniyle Türkiye için tehdit kaynağı haline gelmiştir. Bu bağlamda, Suriye meselesi, Türk dış politika öncelikleri arasında büyük bir yer edinmiştir.
Suriye’deki Rus-Türk müdahalesinin ilişkileri yeniden şekillendirmede önemli bir rolü vardı, çünkü Suriye iç savaşı Rusya ve Türkiye’yi 2012-2016 döneminde bir çatışma haline getirmişti. Türkiye, Suriye rejimini devirmek amacıyla Suriye muhalefetini desteklerken Rusya, Suriye rejimini askeri olarak desteklemek için güçlerini Eylül 2015’te Suriye’ye yerleştirdi. Rus Hava Kuvvetleri, rejim güçlerinin savaşın gidişatını değiştirmesine ve ülke topraklarının büyük bir bölümünü muhalefetten geri almasına yardımcı oldu. İki ülke arasındaki ilişkiler, Suriye meselesinde çıkarların çatışması nedeniyle büyük ölçüde gerildi.
2015 yılında Türkiye, Suriye-Türkiye sınırında bir Rus Sukhoi uçağını düşürmüş ve iki ülke arasındaki ilişkiler daha da gerilmişti. Aynı yıl iki ülke arasında uçağı düşürme krizi aşılmış ve Suriye dosyasında “Astana, Soçi” gibi siyasi anlaşmalar ortaya atılarak iki ülke arasında koordinasyon yeniden sağlanmıştı.
3-4. Ekonomik ilişkiler
Rusya; ticaret, altyapı, ulaşım, enerji, tarım ve turizm sektörlerinde Türkiye’nin Almanya’dan sonra en büyük ikinci ekonomik ortağı konumunda.
2016 yılında Rusya, Türkiye’ye çeşitli ekonomik yaptırımlar uyguladı ve bu da 2015’de 23,9 milyar dolar olan iki ülke arasındaki ticaretin, 2016’da 16,8 milyar dolara düşmesine yol açtı.
En büyük durgunluğu turizm, ardından da gayrimenkul sektörü yaşadı. İki sektördeki durgunluğun Türkiye’ye zararı 10 milyar dolar gibi bir rakamdı. Bu da gayri safi yurtiçi hasılasının yüzde 1’inden daha fazlasına tekabül ediyor.
Bu arada, iki ülke arasındaki toplam ticaretin büyük bölümünü oluşturan Rus gaz ihracatı kısıtlama olmaksızın devam etti.
Rusya, 2016 yılının sonuna doğru, uçağın düşürülmesinin ardından Türkiye’ye uyguladığı ekonomik yaptırımların çoğunu kaldırdı ve iki ülke arasındaki ticaret 2018’in ilk yarısında yıllık yüzde 37 artarak 13,3 milyar dolara ulaştı. Türkiye’nin Rusya’ya ihracatı yüzde 47, Rusya’dan yaptığı ithalat ise yüzde 36 arttı. TürkAkımı hattı projesi yeniden devreye alındı ​​ve elektrik üretmek için Akkuyu nükleer santrali inşasına devam edildi.
Ekonomik ilişkilerin düzenlenmesi için ortak bir fon kuruldu. Bu fonun amacı dolar yerine yerel para birimleri üzerinden ticaret alışverişini teşvik etmekti.
Türkiye, Rusya’ya ait silah şirketi Almaz Central Design Bureau ile 29 Aralık 2017’de iki adet S-400 füzesi tedariki için bir sözleşme imzalayarak Rusya ile savunma alanındaki iş birliğini güçlendirdi. Bu adım Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından reddedildi.
4. Türkiye-ABD ilişkileri
Geçtiğimiz yıllar boyunca -bu çalışma yazılıncaya kadar- Türkiye-ABD ilişkileri stratejik’ olarak nitelendirilmiş ve iki ülke arasındaki ilişkiler, Türk dış ilişkilerinin değişmezleri arasındadır. Ancak son dönemde özellikle de 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yaşanan bazı anlaşmazlıklar nedeniyle iki ülke arasındaki ilişkilere gerginlik hakim olmuştur. Dolayısıyla NATO üyesi iki ülkenin klasik ilişkileri, şekilsel dahi olsa değişmiş ve bu klasik tarzdan uzaklaşmıştır.
İki ülke arasında yaşanan anlaşmazlıklar arasında öne çıkan dosyaları şu şekilde sıralayabiliriz:
4-1. Birinci konu: Rahip Bronson’ın tutuklanması
Yaklaşık yirmi yıldır Türkiye’de yaşayan ve İzmir’de bir kilisede görev yapan ABD’li papaz Andrew Bronson’ın Türk makamlarınca Ekim 2016’da tutuklanmasıyla iki ülke arasındaki gerginlik tırmandı. Rahip Bronson, casusluk, FETÖ ve PKK ile bağlantılı olmakla suçlanıyordu. ABD rahibin tutuklanmasına Türk hükümetindeki iki bakana yaptırım uygulayarak yanıt verdi.
Ağustos 2018’de, rahibin serbest bırakılması için iki ülke arasında yürütülen diplomatik temasların ardından Trump, Türk hükümetinin uluslararası serbest piyasaya aykırı olduğu gerekçesiyle Türk alüminyum ve çelik ithalatını reddettiğine ilişkin yeni bir ekonomi politikası açıkladı.
Türk polisinin, Amerikan konsolosluğunda çalışan Amerikan ve Türk vatandaşlarını FETÖ ile bağlantıları nedeniyle tutuklamasının ardından Türkiye ile ABD arasındaki güvensizlik belirtileri doruğa ulaştı. Ekim 2018’de serbest bırakılan Bronson, ABD’ye iade edilmiş, bunun sonucunda iki ülke arasındaki ilişkilerin bozulmasına neden olan Türkiye’ye yönelik yaptırımlar kısmen kaldırılmıştı.
4-2. İkinci konu: Gülen’in İadesi Talebi
Fethullah Gülen 1999’dan beri ABD’de yaşıyor ve Gülen ve grubu 2016 askeri darbesinin ilk şüphelileri olarak kabul ediliyor. Darbe girişiminden bir süre sonra Türk hükümeti darbe girişimini Fethullah Gülen ve hareketinin organize ettiğini ifade ederek ABD’den iadesini talep etti. ABD, Türkiye’nin talebini defalarca reddetti, bu da iki ülke arasındaki gerilimi daha da artırdı.
4-3. Üçüncü konu: S-400 krizi
ABD, Türkiye’nin Amerikan “Patriot” hava savunma füze sistemleri satın alma anlaşmasına yönelik taleplerini reddederek, Türkiye’yi S-400 hava savunma füze sistemleri elde etmek amacıyla Rusya’ya yönelmeye sevk etti.
ABD, Türkiye’nin S-400’ü satın almasına, füze sisteminin NATO savunma sistemleriyle birlikte çalışamayacağı ve NATO’nun savunmasında bir zayıflık yaratacağı için karşı çıkmaktadır. Ayrıca ABD, S-400’ün yeni nesil F-35 savaş uçakları hakkında bilgi toplayabileceğine dair endişeleri olduğunu belirtti. Türkiye ise füze sisteminin hava sahasını korumak için gerekli olduğu yanıtını verdi.
ABD, S-400 anlaşmasını tamamlamasına cevaben Türkiye’nin F-35 üretimine katılmasını ve Türkiye’ye F-35 satılmasını durdurma kararı aldı ve Türkiye’ye ekonomik yaptırım uygulama tehdidinde bulundu.
4-4. Dördüncü dosya: YPG VE SDG’ye ABD desteği
ABD, Türkiye’nin, ABD ve Avrupa Birliği tarafından terörist olarak tanımlanan PKK ile yakın bağları olan Suriye’deki YPG militanlarını destekliyor. Türkiye, ABD’nin DEAŞ’la savaşma gerekçesiyle YPG milislerine verdiği desteği sürekli olarak kınıyor. Türkiye, ABD’nin YPG ile ortaklık yaparak, Ankara’nın ulusal güvenlik endişelerini önemsemediğini iddia ediyor.
Türk birliklerinin 2018 yılında Suriye’nin kuzeybatısındaki Afrin’de, 2019’da ise kuzeydoğu Suriye’nin Cerablus ve Rasulayn kentlerindeki SDG birliklerine yönelik gerçekleştirdiği askeri operasyonların ardından ABD ile Türkiye arasındaki gerilim doruğa ulaştı.
Öte yandan Türkiye, sınır üzerinde 480 kilometre uzunluğunda ve 32 kilometre derinliğinde bir koridor oluşturmak üzere düzenlediği operasyona, ulusal güvenliğini korumak istediğini gerekçe gösteriyor. Yaklaşık 3.6 milyon Suriyeli mülteciyi güvenli bölgeye yerleştirmeyi ve topraklarını hedef alan bir terör güvenlik kemerinin oluşmasını engellemek istediğini belirtiyor.
ABD, Türk güçlerinin YPG’ye karşı operasyon düzenlemesini reddetmiş ve bu görüşünü, operasyonun “DEAŞ’a karşı verilen savaşa yoğunlaşmasını engelleyerek, dikkatleri dağıttığı” şeklinde gerekçelendirmiştir.
4-5. ABD’nin Türk-Rus anlaşmazlıklarına yönelik bakış açısı
Türkiye ve Rusya, Suriye, Libya ve Azerbaycan’daki Dağlık Karabağ gibi askeri çatışmaların hakim olduğu birçok bölgede çıkar mücadelesi içinde yer alıyor.
ِABD’nin Türkiye ile Rusya’nın karşı karşıya geldiği meselelere ilişkin vizyonlarıyla ilgili farklı görüşler var.
ABD’de bazı kesimler Türkiye’yi NATO müttefiki olarak görüyor, Rusya’nın Orta Doğu’daki varlığına karşı bir denge unsuru olarak tanımlıyor ve bocalayan ABD-Türkiye ilişkilerini canlandırmak için Rusya’ya karşı ortak muhalefetin temel aktörü olabileceğine inanma eğiliminde.
ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun Suriye Özel Temsilcisi ve Uluslararası DEAŞ ile Mücadele Koalisyonu Özel Temsilcisi olarak görev yapan eski ABD Büyükelçisi James Jeffrey’in 2020’de Türkiye ile Suriye arasındaki çatışmaların ardından yaptığı açıklamalar bu vizyonu doğrular nitelikte. Jeffrey, Türkiye’nin İdlib’deki rolünü överek, Türkiye’nin Suriye’deki askeri misyonuna ABD veya NATO’dan maddi destek sağlama olasılığından bahsetmişti. Bu Türkiye’nin Rusya’ya karşı bir karşı ağırlığı temsil ettiği şeklinde açıklanabilir. Bu açıdan, Rusya ile Türkiye arasındaki rekabet iki ülke arasındaki koordinasyonu güçlendirdi. Bunun neticesinde, Türk-Rus ilişkileri daha güçlü hale geldi. Bu da Türkiye’yi nispeten batı cephesinden uzaklaştırdı.
5. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri
Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkisi organik bir ilişkidir ve karşılıklı kazanmaya dayalıdır. İki taraf da kendi ulusal güvenlikleriyle ilgili birçok konuyu paylaşmaktadır. Türkiye, birçok Avrupa kurumunun üyesi olduğu için Avrupa Birliği ile olan ilişkisini dış politikadaki en önemli konulardan biri olarak görmektedir. AB ile ilişkiler, son zamanlarda iki taraf arasında çıkan anlaşmazlığa rağmen Türk dış politikasının değişmezlerinden biridir.
Fransa Başbakanı Emmanuel Macron, Eylül 2017’de Atina’ya yaptığı ziyarette Yunan Kathimerini gazetesine verdiği röportajda, “Türkiye, gerçekten de son aylarda Avrupa Birliği’nden uzaklaşmış ve endişe verici derecede ileri gitmiş olabilir. Ancak başta göç sıkıntısı ve terör tehdidi olmak üzere bugün karşı karşıya olduğumuz birçok krizde hayati bir ortağımız olmasından dolayı ilişkilerin kopmasına karşıyım” ifadelerini kullanmıştı. Macron’un açıklaması, çok sayıda Avrupa ülkesinin Türkiye’ye yönelik konumunu gösteriyor. Gergin ilişkilere rağmen Türkiye, göç ve güvenliğin yanı sıra ekonomide de Avrupa Birliği ile önemli bir ortak olmaya devam ediyor.
2015-2020 yılları arasındaki uluslararası arenada cereyan eden olayların seyrine göre Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki ilişkinin şekillenmesinde şu 4 konu büyük rol oynamıştır:
5-1. Doğu Akdeniz ve Enerji Güvenliği:
Avrupa Konseyi, Aralık 2019’da Türkiye ve Libya arasındaki su hatlarının sınırlandırılmasına ilişkin anlaşmanın; üçüncü taraf ülkelerin (Kıbrıs ve Yunanistan) egemenlik haklarını ihlal ettiğini savunarak Türkiye ve Libya’ya karşı bir tutum aldı. Türkiye, 2019 yılında askeri gemi ve botların yanı sıra Doğu Akdeniz’e sondaj gemileri göndererek güvenlik önlemlerini artırdı. Bu tırmanış, Avrupa Birliği’nin muhalefetine yol açtığı gibi Türkiye’ye karşı ciddi ekonomik yaptırım tehditlerini de beraberinde getirdi.
13 Temmuz 2020’de Avrupa Birliği dışişleri bakanları, Kıbrıs’ın talebi üzerine, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki arama ve keşif faaliyetlerine yönelik yaptırım listesi hazırlamayı kabul etti. 23 Temmuz 2020’de Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Avrupa Birliği’nin Doğu Akdeniz’deki politikaları nedeniyle Türkiye’ye yaptırım uygulanmasını talep ederek, Türkiye’nin egemenliklerini ihlali karşısında Kıbrıs ve Yunanistan’ın tamamen arkasındayız.” dedi. Fransa, Kıbrıs deniz üssü Marie’de Fransız savaş gemilerine hizmet vermek üzere Güney Kıbrıs ile bir anlaşma imzaladı. Fransa Cumhurbaşkanı, Doğu Akdeniz’deki Fransız kuvvetlerine Yunanistan’a askeri yardım sağlama talimatı verdi. Fransa, askeri işbirliği anlaşması kapsamında Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesinde askeri devriyelerin yürütülmesine yardımcı olmak için ilk kez Rafale uçaklarını görevlendirdi.
Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, Yunanistan ile Türkiye arasında tırmanan gerilime son verilmesi çağrısında bulunurken, felaket uyarısı yaptı. Bakan, iki taraf arasındaki anlaşmazlığı askeri yollarla çözmek istemediği için iki ülke arasında hala diyalog isteği olduğunu belirtti.
Fransız-İtalyan siyasi yakınlaşması ve (belli bir dereceye kadar) Alman siyasetinin Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimini desteklemesi; Doğu Akdeniz’deki AB politikasını, Türkiye’nin münhasır ekonomik sularındaki çıkarları ve haklarıyla karşı karşıya getirdi.
5-2. Mülteci meselesi
Türkiye, bu çalışmanın yazıldığı tarih itibariyle sayıları 3,7 milyonu aşan Suriye ve diğer ülkelerden daha önce eşi benzeri görülmemiş bir mülteci akınına sahne oldu. Birçok mültecinin Avrupa Birliği’ne geçmesi için bir köprü vazifesi gördü. Bu durum, Türkiye ile AB arasında ortak bir eylem planı hazırlanmasına neden olmuştur. Bu eylem planı, 29 Kasım 2015’te AB-Türkiye zirvesinde aktif hale getirilmiştir. Eylem planı, göç akışlarını düzenlemeyi ve düzensiz göçü durdurmayı amaçlıyor. Türkiye’den Avrupa Birliği’ne düzensiz göçü sona erdirme konusundaki ortak taahhütlerini yineleyen AB ve Türkiye, 18 Mart 2016’da yayınladıkları ortak bir bildiri ile insan kaçakçılarını durdurmayı amaçladıklarını ifade etti ve hayatını tehlikeye atan göçmenlere bir alternatif sundu.
Türkiye’deki mültecilerin, özellikle de Suriyelilerin geleceği, dört yılı aşkın bir süredir Avrupa Birliği ile Türkiye arasında devam eden diyaloğun temel konusu olmuştur. Bu süre zarfında Avrupa Birliği, Türkiye’deki Suriyeli mültecileri desteklemek için hükümete 6 milyar euro ödemeyi kabul etti. Şu ana kadar 5 milyardan fazla euro desteği alan Türkiye, entegrasyon gereksinimleri, materyal ve eğitim desteği açısından mültecileri ağırlama sürecinin ihtiyaçları için daha fazla destek talep etmektedir.
Avrupa’daki bazı siyasi partiler, Türkiye’nin bu yükü tek başına taşımaması ve Mülteci Destek Fonu’nda yer alan mali tedbirlerin genişletilmesi gerektiği şeklinde açıklamalarda bulunmuşlardır.
5-3. Ekonomik İlişkiler
Türkiye ve Avrupa Birliği, karşılıklı yarar sağlayan bir dizi ekonomik çıkarla birbirine bağlıdır. İki taraf arasında ticari malların serbest dolaşımına izin veren bir gümrük birliği anlaşması vardır.
Türkiye, AB’nin en büyük beşinci ticaret ortağı, ihracat pazarı ve ithalat tedarikçisi konumundadır. Avrupa Birliği aynı zamanda Türkiye’nin ithalat ve ihracat alanındaki ilk ortağı ve aynı zamanda bir yatırım kaynağıdır. Avrupa pazarı Türkiye için önemli bir ihracat pazarıdır. Nitekim Türkiye toplam ihracatının yüzde 42,4’ünü Avrupa ülkelerine gerçekleştirmekte; toplam ithalatının yüzde 32,3’ünü Avrupa pazarlarından sağlamaktadır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden yaptığı ithalat 2019 yılında yüzde 1.3’lük bir azalma gösterdi. 2019’da Avrupa’nın Türkiye’den yaptığı ithalat ise bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 4.4’lük bir artış gösterdi. Bu artışın nedeni; Türk sanayisinin tercih edilmesi, gelişmesi ve Türk ürünlerinin AB tarafından tercih edilmesidir. Tablo-1’de iki taraf arasındaki ticaret hacmi ve Türkiye’nin AB’ye yönelik ihracatındaki artışı ve AB’nin Türkiye’ye ithalatındaki düşüş gösterilmiştir.
Tablo-2 Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ticaret hacmini gösteriyor (milyar dolar bazında)
Yıl | Türkiye’nin AB ülkelerinden yaptığı ithalat | Türkiye’nin AB ülkelerine yaptığı ihracat |
2016 | 72.4 | 55.7 |
2017 | 76.7 | 61.4 |
2018 | 69.2 | 68.8 |
2019 | 68.3 | 69.8 |
5-4. Terörle mücadele
Avrupa hükümetlerinin öncelikleri arasında yer alan bir diğer unsur terörle mücadeledir. Türkiye ile AB’nin farklı öncelikleri olmasına rağmen ‘terörle mücadele’ Avrupa ile Türkiye arasındaki iş birliği programlarının kapsadığı bir alandır. İki taraf arasında terörle mücadele alanındaki iş birliği halen gündemdedir. Bu madde, Türkiye ve Avrupa hükümetlerinin gündeminin en üst sıralarında yer almaktadır.
Son beş yılda her iki tarafı da meşgul eden en önemli güvenlik sorunu, YPG tarafından gözaltına alınan ve bir kısmı Suriye-Türkiye sınırında mahkum edilen DEAŞ bağlantılı yüzlerce savaşçı ve aileleri sorunudur. Bazıları Türkiye cezaevlerinde bulunmakta ve Avrupa pasaportu taşımaktadır. Halen Suriye’de bulunan unsurlar ise, Türkiye üzerinden Avrupa’da yer alan ülkelerine geri dönmek için çabalamaktadır. Söz konusu DEAŞ unsurları, her iki taraf için de güvenlik tehdidi haline gelmiş ve Türkiye ile AB’yi herhangi bir terör operasyonunun gerçekleşmesini önlemek için güvenlik alanında işbirliği yapmaya itmiştir.
6. Türkiye-Suudi Arabistan ilişkileri
2015-2020 dönemi, Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinde birden fazla gelişmenin yaşandığı bir süreç olmuştur. Katar ablukası, Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda öldürülmesi, son dönemde iki ülke ilişkilerini en çok etkileyen meseleler arasında yer almıştır. Katar ablukasından önceki dönemde ise 13 Mart 2015’te Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye’nin ‘Kararlılık Fırtınası Operasyonu’na lojistik ve istihbarat konusu ile katılımcı ülkelerin ihtiyaç duyduğu her alanda destek vermeye hazır olduğunu ifade etmişti. Erdoğan, daha önce de ülkesinin; Yemen’de Husilere karşı düzenleyeceği askeri operasyonda Suudi Arabistan’a lojistik yardım sağlayabileceğini duyurmuştu.
14 Nisan 2016’da Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Suudi Arabistanlı mevkidaşı ile diplomatik ilişkiler, tarım, ordu, kültür ve terörle mücadele başta olmak üzere 8 sektörü güçlendirmeyi amaçlayan bir “Stratejik Koordinasyon Konseyi” kurmak için bir anlaşma imzaladı. 2016’da Türkiye’deki başarısız darbe girişiminden altı ay sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suudi Arabistan ve Bahreyn’den başlayarak Körfez ülkelerini ziyaret etti.
Ardından Haziran 2017’de Suudi Arabistan ile Türkiye arasında Katar ablukası patlak verdi. Türkiye, Katar yanlısı bir tutum sergiledi. Türkiye’nin Katar’da askeri üs inşa etmesi, Suudi Arabistan’ı kızdırdı ve iki ülke arasında belirgin bir ayrılık yaşandı. Bu da ekonomik ilişkileri olumsuz etkiledi.
2020’de, özellikle hükümete bağlı Suudi Arabistan Ticaret Odası’nın Türk mallarına yönelik boykotu teşvik etmesinden sonra, birçok Suudi şirketi Türkiye ile iş yapmayı reddetti. Türk malları, gayrı-resmi bir Suudi Arabistan boykotu ile karşı karşıya kaldı.
Aynı yıl, 20 Kasım 2020’de Kral Selman, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı arayarak Suudi Arabistan’da düzenlenecek olan G-20 zirvesine davet etti. İki taraf arasında yapılan telefon görüşmesinde, gergin ilişkileri iyileştirme yolları ele alındı.
7. Türkiye-BAE ilişkileri
Birleşik Arap Emirlikleri, Türkiye’nin en büyük Arap ticaret ortakları arasındaydı ve doğrudan yabancı yatırım kaynakları arasında önemli bir yerdeydi. İstatistiklere göre, Türkiye’nin BAE ile ticareti 2017’den sonra ihracatta yüzde 66’lık, ithalatta ise yüzde 32’lik keskin bir düşüş yaşadı. Arap Baharı devrimlerinde Türkiye’nin devrim yanlısı olması, BAE’nin ise bu devrimlere karşı tutum sergilemesi ve karşı devrimleri desteklemesi iki ülke arasındaki anlaşmazlıkları ortaya çıkardı.
Türkiye, BAE’nin çeşitli ülkelerde siyasi olarak ve medyada savaş açtığı Müslüman Kardeşler’e bağlı isimlere kucak açması, iki taraf arasındaki anlaşmazlıkları şiddetlendirdi. Türkiye’nin Libya’da uluslararası arenada tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin yanında yer alması, askeri ve siyasi olarak desteklemesi; BAE’nin Halife Hafter güçlerini askeri ve finansal olarak desteklemesiyle, Libya meselesi iki taraf arasındaki en geniş anlaşmazlık meselelerinden biri haline geldi. Katar ablukası ve Türkiye’nin açıkça Katar’ı desteklemesi de tarafları karşı karşıya getiren bir diğer meseleydi.
BAE ayrıca Doğu Akdeniz’de Türkiye karşıtı bir yol izleyerek, Akdeniz’de Yunanistan ile askeri tatbikatlar düzenledi. Türk medyası BAE’nin 2016’daki başarısız darbe girişiminde rolü olduğunu ve Suriye’deki SDG militanlarına milyarlarca dolarlık destek sağladığını savundu.
8. Türkiye-İran ilişkileri
Geçtiğimiz yıllarda Türkiye ve İran, ekonomik ilişkilerini, -düşmanlığın en belirgin özelliği olan- bölgesel rekabetlerinden ayırmayı başarmış, bu da kısmen ortak ekonomik çıkarlarını korumak için iki taraf arasındaki karşılıklı politikaların kontrol edilmesine katkıda bulunmuştur.
Türkiye, İran’ı enerji güvenliği ve çeşitlendirme politikası açısından önemli olan stratejik bir ham petrol ve doğal gaz kaynağı olarak görmektedir. Büyük nüfusu da İran’ı, Türkiye’nin ihracatı için önemli bir pazar haline getiriyor.
Türkler, Kuzey Irak’ta Kürdistan’ın bağımsızlığına ve bir Kürt devletinin kurulmasına karşı muhalif görüşlerinde İran ile hemfikirler. İran, Türkiye’nin Irak’a müdahalesini eleştirmesine rağmen, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki PKK mevzilerine yönelik askeri operasyon yapmasına herhangi bir itiraz göstermiyor.
Suriye’de devrimin başlamasıyla iki ülke arasında gerilen ilişkiler, 2015 yılında İran’ın Esed rejimini askeri ve siyasi olarak desteklemesi nedeniyle daha da gerildi. Türkiye, Suriye muhalefetinin yanında yer aldı ve her iki taraf da diğer tarafın Suriye politikasını baltalamaya çalıştı ve kınadı.
Ardından İran’ın 15 Temmuz 2016’da Türkiye’deki başarısız askeri darbe girişimine karşı çıkması üzerine iki ülke arasında bir yakınlaşma yaşandı. Türkiye de 2018’de İran’daki protestoları eleştirdi ve aynı yıl ABD’nin İran’a uyguladığı yaptırımlara karşı çıktı.
Sonuç olarak, Suriye dosyasındaki anlaşmazlıklara rağmen iki taraf arasındaki iş birliği arttı. 2017’de Türkler, Ruslar ve İranlılar, Soçi’de ve ardından Astana’da muhalifler ve rejimin de aralarında bulunduğu Suriyeliler arasındaki müzakerelere garantör olmak için üçlü görüşmede bir araya geldi.
9. Türkiye-Mısır ilişkileri
Türkiye-Mısır ilişkileri, mevcut Cumhurbaşkanı Abdülfettah Sisi tarafından gerçekleştirilen 2013 askeri darbesinin ardından gerildi. O dönemde Türkiye seçilmiş hükümete yönelik darbeye şiddetle karşı çıkmış ve iki ülke arasındaki artan gerginliğe rağmen maslahatgüzar düzeyinde diplomatik ilişkileri sürdürmüştür.
Bunun yanı sıra, Türkiye ve Mısır’ın ekonomik bağlantıları bulunmaktadır. Mısır, Türkiye’nin Afrika kıtasındaki ana ticaret ortağıdır ve iki taraf arasındaki siyasi kriz döneminde, iki ülke arasındaki ticaret hacmi azalmamıştır. Aksine, 2015 – 2019 yılları arasında Türkiye’nin Mısır’a yaptığı ihracat ve Mısır’dan yaptığı ithalat Tablo-3’te gösterildiği gibi artış göstermiştir.
Tablo-3: 2015-2019 yılları arasında Türkiye ile Mısır arasındaki ihracat ve ithalat rakamları
Yıl | Türkiye’nin Mısır’a yaptığı ihracat | Türkiye’nin Mısır’dan yaptığı ithalat |
2015 | 2.2 milyar dolar | 863 milyon dolar |
2016 | 2 milyar dolar | 706 milyon dolar |
2017 | 1.8 milyar dolar | 909 milyon dolar |
2018 | 1.9 milyar dolar | 1.1 milyar dolar |
2019 | 2.6 milyar dolar | 1 milyar dolar |
Türkiye, 2019’da Libya ile su sınırı anlaşması imzaladı. Anlaşmayı reddeden Mısır hükümeti, Yunanistan ile Türkiye’nin Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti ile imzaladığı anlaşmada çizilen sınırların tam tersini içeren bir su sınırı anlaşması imzaladı. Bu adım, iki ülke arasındaki ilişkileri daha da germiştir.
Türkiye’nin, Türk desteği ve silahlarıyla büyük ilerleme kaydeden Ulusal Mutabakat Hükümeti tarafında askeri müdahalede bulunarak, Halife Hafter aleyhine hareket etmesi iki ülke arasında tansiyonu yükselten bir başka adım olmuştur. Nitekim o dönemde Mısır, isyancı general Halife Hafter’i destekliyordu.
İki ülke arasındaki ilişkilerin yumuşamasına dair ilk sinyaller; Türkiye’nin Mart 2021’de İstanbul’dan yayın yapan muhalif Mısır kanallarına Sisi rejimine yönelik eleştirilerini hafifletmelerini ima etmesinin ardından görülmeye başladı. Mayıs 2021’de, bir Türk heyeti Kahire’yi ziyaret etti. Bu gelişme, Türkiye-Mısır ilişkilerinde yeni bir başlangıcın habercisi oldu.
Türkiye-Mısır ilişkilerinin yeniden başlaması, özellikle Ortadoğu’daki uluslararası dönüşümlerin bir sonucu olarak açıklanabilir. Bu dönüşümler, ABD’nin bölgeden çekilmesiyle ve buna bağlı olarak oluşabilecek bir güvenlik boşluğu ile sonuçlanabilir. Bu boşluğu, ülkelerin güvenliğini tehdit eden sınır ötesi milisler doldurabilir.
10. Türkiye-Libya ilişkileri
Türkiye-Libya ilişkileri, 1979 yılında Muammer Kaddafi döneminde Başbakan Bülent Ecevit’in Libya’ya yaptığı ziyaretle başlamıştı. O dönemde iki
ülke çeşitli alanlarda çok sayıda ekonomik anlaşmaya imza atmıştı. 1987’de Başbakan Kenan Evren, Libya’yı ziyaret etmişti. Ziyarette iki ülke arasındaki ticaret hacmini büyütmek için yeni anlaşmalar imzalanmıştı. Türkiye-Libya ilişkileri, doksanların sonlarında ve 2000’lerin başlarında en yüksek seviyelerine ulaşana kadar gelişmeye devam etti. 2010 yılında iki ülke arasındaki ticaret hacmi 9,8 milyar dolara kadar yükseldi. Libya o dönemde Türkiye’ye 100 milyar dolarlık yatırım yapacağını açıklamıştı.
Kaddafi’ye karşı yapılan devrim sırasında Türkiye, devrimi ve siyasi değişim taleplerini desteklediğini resmen dile getirdi. Kaddafi rejiminin düşmesi ve 2012-2015 yılları arasında yaşanan iç kaos ve milislerin yayılmasının ardından Türkiye, devrimci Tümgeneral Halife Hafter’e karşı Trablus merkezli meşru ve BM tarafından tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin yanında yer aldı.
İlk bölümde açıkladığımız; karasularındaki haklarını korumaya dayalı Mavi Vatan stratejisini temel alan Türkiye, Libya’daki Ulusal Mutabakat Hükümeti ile 2019 yılında Doğu Akdeniz’deki Su Sınırlarının (Münhasır Ekonomik Bölge) Belirlenmesine İlişkin Antlaşma’yı imzaladı. Bu anlaşma ile, Türkiye ve Libya su sınırlarını koruma altına aldı. (Daha fazla ayrıntı için “Türkiye’de son 5 yılda yaşanan gelişmeler: Askeri üsler ve sınır ötesi operasyonlar” dosyamıza bakabilirsiniz.)
Türkiye, 2019 yılında uluslararası tarafların destek verdiği Hafter güçlerinin başkent Trablus’u almak ve hükümeti düşürmek için Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne karşı harekete geçmesinin ardından Libya’ya askeri müdahalesini başlattı. Türk kara ve deniz güçlerinin İHA’larla verdiği destek, Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin Hafter güçlerinin saldırılarını püskürtmesini ve batı kıyı şeridinde bulunan birçok şehir ve bölgenin kontrolünü yeniden ele geçirmesini sağladı. Ulusal Mutabakat güçleri bu destek sayesinde Libya’daki birçok stratejik askeri üsleri de yeniden kontrolü altına almıştı.
Türkiye, 2021’de Libya’da ulusal birlik hükümetinin kurulmasından sonra siyasi ve ekonomik çıkarlarını korudu. Ayrıca çeşitli alanlarda birçok ticaret anlaşması imzaladı.
11. 2015 öncesi ve sonrası Türk dış ilişkilerinin karşılaştırılması
2015 öncesi Türk dış ilişkilerinin seyri | 2015 sonrası Türk dış ilişkilerinin seyri | |
Türkiye-Rusya ilişkileri | Gergin ilişkiler | İki ülke arasındaki ticaret borsası endeksindeki artışla birlikte birkaç meselede yakınlaşma, sükunet ve koordinasyon sağlandı |
Türkiye-ABD ilişkileri | Tüm dosyalarda iki ülke arasında yüksek koordinasyon | SDG, doğu Akdeniz ve S-400 krizi dosyalarında anlaşmazlıklar |
Türkiye-AB ilişkileri | Tüm düzeylerde neredeyse tam koordinasyon (politik, ekonomik, güvenlik…vs) | Mülteci sorunu, Doğu Akdeniz dosyası ve Libya dosyası konusunda görüş ayrılıkları |
Türkiye-Suudi Arabistan ilişkileri | Suriye ve Yemen’deki Husilere ilişkin ortak tutum | İlişkilerde şiddetli gerginlik, Katar kriziyle başladı |
Türkiye-BAE ilişkileri | Mısır’da askeri darbe sonrası gerginlik | Katar ablukası, Libya ve BAE’nin Doğu Akdeniz’de Yunanistan’a verdiği destek gibi çeşitli dosyalarla anlaşmazlıklar büyüdü |
Türkiye-İran ilişkileri | Suriye dosyasında anlaşmazlık | Suriye dosyasında daha fazla yakınlaşma ve koordinasyon |
Türkiye-Mısır ilişkileri | Muhammed Mursi’ye yönelik darbeyle başlayan çeşitli görüş ayrılıkları nedeniyle iki ülke arasında şiddetli gerilim | İki ülke, anlaşmazlıkları çözmek için heyetler arası müzakerelere başladı |
Türkiye-Libya ilişkileri | Diplomatik ilişkiler sürdürüldü | Ulusal Mutabakat Hükümetine siyasi ve askeri olarak destek verildi |
12. Özet
Türk dış politikası, sıfır sorun stratejisi, “Yurtta sulh, cihanda sulh” ve Mavi Vatan doktrininin kabul edilmesiyle son beş yılda önemli ölçüde değişmiştir. Uluslararası düzeyde, Türkiye ile ABD arasında, özellikle Türkiye’nin S-400 füze alımı ve Rusya ile yakınlaşması nedeniyle bazı anlaşmazlıklar yaşandı. Ancak yine de Türkiye, ABD ile stratejik ilişkilerini korumaya çalışmaktadır.
Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilere gelince, iki taraf arasındaki ilişkiler; özellikle Doğu Akdeniz’deki su sınırlarının çizilmesi, Libya dosyası ve mülteci dosyası gibi meselelerde gelgitler ve anlaşmazlıklara tanık olmuştur. Ancak ticaret ve teknoloji transferi iki taraf için de önemli bir yere sahip olduğundan; ekonomik ilişkiler bu anlaşmazlıklardan etkilenmemiştir. Buna ek olarak, göç ile ilgili müzakereler de sürmektedir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği ve ABD ile stratejik müttefiklik ilişkisi, Orta Doğu bölgesindeki bir dizi dosyadaki ciddi anlaşmazlıklara rağmen, dış politikasının değişmezlerinden birisi olmaya ve NATO şemsiyesi altında yer almaya devam etmektedir.
Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerde ise tarihi açıdan süregelen düşmanlık havasına rağmen bazı bölgesel meselelerde bir araya gelerek yüksek ticaret hacmi yakalandı. İki ülke arasında Suriye dosyası, Azerbaycan, Karadeniz’in güvenliği ve Libya gibi bazı konulardaki hedef ve çıkar farklılıklarına rağmen birçok konuda koordinasyon sağlandı. Ancak iki ülke arasındaki farklılıklar ve Karadeniz’in kontrolü üzerindeki tarihsel düşmanlık ve rekabet, iki ülke arasındaki ilişkiyi (dış politika açısından) değişen bir faktör haline getirmekte ve stratejik ilişkiler aşamasına ulaşılamamaktadır.
Bölgesel düzeyde Türkiye’nin Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkileri gerilmiştir. Katar’a yönelik ablukada Ankara’nın Doha’nın yanında yer alması ve diğer birçok mesele üzerindeki anlaşmazlıklar nedeniyle BAE ile ilişkiler kısmen daha gergin hale gelmiştir. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerde azalma yaşanmıştır.
Türkiye-İran ilişkilerinde ise Türkiye, Suriye’de nüfuz yarışı aşamasına gelinmesinin ardından İran’la temasa geçti ve ardından Suriye içinde çeşitli gelişmeler yaşandı.
Kaynakça
13. Çalışma Eki
Bu ekte, Türkiye’nin bazı ülkelerle olan dış ilişkilerini özetledik.
13-1. Türkiye-Çin ilişkileri
Türkiye’nin Çin ile ilişkisi, eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ortaya attığı ‘sıfır sorun’ stratejisine dayanmaktadır. Bu stratejinin ilkelerinden birisi de çok boyutlu bir dış politika izlemektir. (Batı Bloğu gibi tek bir uluslararası tarafa dayanmayarak Doğu’ya da açılma manasına gelir. Dengeyi sağlamak ve Türk çıkarlarını garanti altına almak anlamındadır). Bu, Doğu’nun en önemli ekonomik ve askeri ülkesi olmakla beraber BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olan Çin ile ilişkilerin güçlendirilmesiyle gerçekleşecektir.
Uygur meselesiyle ilgili olarak iki ülke arasında yaşanan gerilimi bir kenara bırakırsak, özellikle iki ülke arasında stratejik bir anlaşmazlık olmadığından ve büyük siyasi öneme sahip çıkarlar söz konusu olduğundan, Türkiye’nin Çin ile ortak ilişkilerini güçlendirmeyi tercih ettiğini ifade edebiliriz. Türkiye-Çin ilişkileri, Çin yönetiminin Doğu Türkistan’da ikamet eden Müslüman Uygur Türklerine yönelik insan hakları ihlalleri nedeniyle gerilmişti.
2018’de İnsan Hakları İzleme Örgütü, Çin hükümetinin “Doğu Türkistan’daki Uygur Müslümanlarına yönelik kitlesel gözaltı, işkence, zorla siyasi telkin ve kitlesel gözetim” uygulamalarından bahseden ayrıntılı bir rapor sundu. Türkiye bu eylemlere karşı çıktı ve çok sayıda Uygurluyu topraklarına kabul etti.
Birkaç resmi ziyaretin ardından 2010 yılında ikili ilişkilerde önemli bir gelişme yaşanmış ve iki ülke arasındaki ilişkiler “stratejik işbirliği” düzeyinde sınıflandırılmıştır. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in 2015’te açıkladığı ‘Tek Kuşak ve Tek Yol’ projesini ilan etmesinin ardından ikili ekonomik ve siyasi ilişkiler daha da gelişti. Türkiye jeostratejik konumu ile Kuşak Yol üzerindeki en önemli ülkelerden biri olacak. Tek Kuşak Tek Yol projesi ve Türkiye’nin bu projedeki rolü hakkında daha fazla bilgiyi “Çin’in Tek Kuşak ve Yol Projesi” başlıklı çalışmamızda bulabilirsiniz.
Ekonomik açıdan incelendiğinde, Çin ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi 2020 yılında yaklaşık 24 milyar dolardı.. Türkiye’nin son beş yılda Çin’e yaptığı ihracatın artmasıyla birlikte dış ticaret açığı yüzde 7 gerileyerek Türkiye açısından olumlu bir gelişme oldu. Xiaomi, Oppo ve Vivo gibi büyük Çinli akıllı telefon üreticileri Türkiye’ye doğrudan yatırım yaptı. Çin’in siyasi ve ekonomik öneminin farkında olan Türkiye, Çin ile ilişkilerini her düzeyde güçlendirmek için çalıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan 2012, 2015, 2017 ve 2019 yıllarında Çin’e dört resmi ziyaret gerçekleştirdi.
13-2. Türkiye-Malezya İlişkileri
Türkiye-Malezya ilişkileri, eski Başbakan Necmettin Erbakan’ın 1996 yılında Malezya’yı ziyaret etmesi ve savunma sanayii, ekonomik ve kültürel ilişkiler alanında çeşitli anlaşmalar imzalamasıyla güçlenmiştir.
Malezya’nın ekonomik kalkınmayı başarmış bir ülke ve Türkiye’nin Güneydoğu Asya’ya açılan kapısı olması nedeniyle, Cumhurbaşkanı Erdoğan (Başbakanlık döneminde) 2003 yılında, iktidara geldikten bir yıl sonra Malezya’yı ziyaret etti. Bu dönemde ilişkiler Malezya ile Türkiye arasında her alanda zirveye ulaştı. Aynı yıl, iki ülke arasındaki ticaret hacminin değeri 396 milyon dolardan 1 milyar dolara yükseldi.
2011-2014 yılları arasında iki ülke, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Malezya Başbakanı Necip Rezak’ın resmi ziyaretlerine tanık olmuş ve bu ziyaretler ekonomik ilişkilerde yeni bir dönemin başlamasına neden olmuştur. İki ülke arasında yatırım ve ticaret alışverişini teşvik eden Serbest Ticaret Anlaşması imzalanmıştır. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2014’te 2 milyar dolara, 2017’de ise 3.4 milyar dolara ulaşmıştır. İki ülke, aralarındaki ticaret hacmini en az 5 milyar dolara çıkarmayı hedeflemektedir.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından Malezya Türkiye’yi destekledi, Malezya Başbakanı Necip Rezak, FETÖ’nün yasa dışı demokrasiyi yok etme girişimine karşı Türk hükümetinin yanında olduğunu açıkladı ve 2017’de Malezya FETÖ’nün üst düzey üç üyesini tutuklayarak Türkiye’ye teslim etti. Bu da iki ülke arasındaki dostluğu güçlendirdi.
Eski Başbakan Mahathir Muhammed, 27 Temmuz 2019 tarihinde Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da, Kuala Lumpur Zirvesi kapsamında 19 Aralık 2019 tarihinde Malezya’ya resmi bir ziyaret gerçekleştirdi ve bu ziyaret sırasında ikili anlaşmaları öngören savunma sanayiinde faaliyet gösteren şirketler arasında iş birliğini içeren 14 Mutabakat belgesini imzaladı.
13-3. Türkiye-Japonya İlişkileri
Çalışmanın ilk bölümünde açıkladığımız gibi, tarih faktörü Türk dış politikasının seyrini etkileyen en önemli faktörlerden biri olarak kabul edilmektedir. Türkiye ile Japonya arasındaki diplomatik ilişkiler 1924 yılında başlamıştır. İki ülke arasındaki iki önemli tarihi olay, Türkiye-Japonya ilişkilerinde büyük önem taşımaktadır:
Birincisi: 1890’da Sultan 2. Abdülhamid’den dönemin Japon İmparatoru Meiji’ye hediyeler taşıyan Türk gemisi Ertuğrul’un Japon kıyıları yakınlarında batmasıdır. Oshima’daki Japon köylüler, Türk denizcilerini kurtarmaya çalıştılar, ancak başaramadılar. Kazada 532 denizci hayatını kaybetti.
Olayın ardından Japon halkı ve hükümeti denizcilerin ailelerine yardım göndermiş, Türk-Japon ilişkilerinin zeminini bu kampanyalar oluşturmuştur. Japonya’da her yıl Ertuğrul gemisinin şehitlerini anma töreni düzenlenir. Eski Başbakan Shinzō Abe, Mayıs 2013’te Türkiye’ye yaptığı ziyarette Ertuğrul mürettebatının torunlarıyla bir araya gelerek, geminin anılarının resimli kitap olarak yayınlandığını ve bu kitabın Japon topluluğu tarafından iyi bilindiğini açıkladı.
İkincisi: 1985 yılında İran-Irak savaşı sırasında İran’da mahsur kalan çok sayıda Japon vatandaşının Türkiye tarafından kurtarılarak Türk Hava Yolları aracılığıyla Japonya’ya tahliye edilmesi.
2013 yılında eski Japonya Başbakanı Shinzo Abe, Türkiye ziyareti sırasında ikili ilişkilerin stratejik ortaklık düzeyine yükseldiğini ifade etmişti. Japon şirketleri Türkiye’de çok sayıda dev projede yer aldı, bunların en önemlilerinden bazıları şunlardır: İstanbul’daki üçüncü köprü, metro çalışmaları ve Başakşehir Çam-Sakura Şehir Hastanesi projesi.
13-4. Türkiye-Afganistan ilişkileri
Türkiye’nin Afganistan ile ilişkisi, Türkiye’nin kurduğu en eski dış ilişkilerden birisi olarak kabul edilir.İlişkiler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve 1921’de Türkiye-Afganistan İttifak Antlaşması’nın imzalanması ve Kabil’de Türkiye temsilciliğinin açılmasıyla başladı. Afganistan’daki Türk Büyükelçiliği, Kabil’de faaliyete geçen ilk diplomatik ekip olmuştu. Afganistan, Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıyan ikinci ülke oldu.
Tarihi açıdan bakıldığında; 1920-1960 yılları arasında Türkiye, çeşitli alanlarda çok sayıda uzman göndererek Afgan devlet kurumlarının askeri, kültürel, eğitim ve sağlık alanlarında gelişmesinde rol oynamıştır.
ABD’nin Afganistan’ı işgali ve NATO güçlerinin ülkeye giriş yaptığı dönemde Türkiye, eğitimin yanı sıra başkent Kabil’deki Karzai Uluslararası Havalimanı’nı korumak için Birleşmiş Milletler ve NATO’nun çabalarına destek vererek muharebe dışı katkı sunarak, Afgan ordusundan subayları eğitti.
Türkiye, 2004 yılında yardım toplamak amacıyla Brüksel’de düzenlenen bir konferans çerçevesinde Afganistan yönetimine yaklaşık 1,1 milyar dolarlık yardım sağlamıştır ve bu yardım Türkiye’nin bugüne kadar yabancı bir ülkeye yaptığı en büyük dış yardım programları arasında yer almaktadır.
18 Ekim 2014 tarihinde Afganistan’ı ziyaret eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, 46 yıl aradan sonra Afganistan’ı ziyaret eden ilk Cumhurbaşkanı oldu. Ziyaret sırasında iki ülke arasında stratejik ortaklık ve dostluk anlaşması imzalandı. Afganistan Devlet Başkanı Eşref Gani, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davetlisi olarak 2015 yılında Türkiye’ye resmi bir ziyaret gerçekleştirdi.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 16 Haziran 2016 tarihinde Kabil’i ziyaret ederek Afganistan Cumhurbaşkanı Eşref Gani ile temaslarda bulunmuştu. 8 Nisan 2018 tarihinde Afganistan’ı ziyaret eden dönemin Başbakanı Binali Yıldırım da Eşref Gani ve ardından İcra Komitesi Başkanı Abdullah Abdullah ile bir araya gelmişti.
31 Ağustos’ta ABD ve NATO güçlerinin Afganistan’dan çekilmesinin ardından Karzai havaalanında konuşlanan Türk kuvvetleri bölgeden ayrıldı. Uluslararası güçlerin geri çekilmesi, başkent Kabil’deki hükümetin çökmesine ve Taliban hareketinin ülkenin kontrolünü ele geçirmesine zemin hazırladı. Taliban’ın Afganistan’da iktidara gelmesinden sonra iki ülke arasındaki ilişkinin nasıl seyredeceği henüz öngörülemiyor. Nitekim, bu çalışmanın yazıldığı tarihe dek, Taliban uluslararası alanda henüz tanınmadı.
13-5. Mağrip ülkeleri ile Türkiye İlişkileri
Türkiye, Mağrip ülkeleriyle (Fas, Cezayir ve Moritanya) Osmanlı dönemine kadar uzanan tarihi ilişkilere sahiptir. Osmanlı Devleti, Fas topraklarını kontrol etmese de, diplomatik ilişkiler kurdu ve iki ülke İspanyollar ve Portekizlere karşı savaşlara aynı safta katıldı.
Türkiye, Fas Krallığı ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini güçlendirmek için Fas’ın toprak bütünlüğünü desteklemiştir. Türkiye’nin Batı Sahra’nın ayrılmasını reddeden tutumu, Fas’ın bakış açısıyla tutarlı olmuştur. Türkiye, Fas’ın bu meseleye yönelik duyarlılığı nedeniyle iki ülke arasındaki ilişkileri bozacak herhangi bir tavır almaktan kaçınmıştır.
İki ülke arasındaki ticaretin hacmi ; 2006 yılında Serbest Ticaret Anlaşması’nın imzalanmasının ardından artarak 2018’e gelindiğinde 2,8 milyar dolara ulaşmıştır. 2013 yılında dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu Fas’ı ziyaret ederek Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin (YDSK) kurulmasını içeren anlaşmaya imza atmıştır.
Fas’ta faaliyet gösteren Türk şirketlerinin sayısı son yıllarda giderek artmıştır. Şu anda Fas’ta faaliyet gösteren Türk şirketlerinin sayısı 160 civarında. Bu şirketler, ağırlıklı olarak taahhüt, inşaat, toptan-perakende ticaret, tekstil, mobilya, demir-çelik, halı, gıda ve hazır giyim gibi sektörlerde faaliyet göstermektedir. Türkiye’nin Fas’ta üstlendiği projelerin toplam değeri 4,1 milyar dolar olup, bu yatırımlarda yaklaşık 8 bin Faslı istihdam edilmektedir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından önce, Türkiye’nin NATO ve Batı sisteminin bir parçası olması, Cezayir’in ise sosyalist sistemle bağlantıları olması Türk-Cezayir ilişkilerinin gelişmesini engelledi. Sosyalist bloğun çöküşüyle ​​birlikte Türkiye ile Cezayir arasındaki siyasi ilişkilerin gelişmesini engelleyen unsurlar büyük ölçüde ortadan kalktı.
Üst düzey siyasi ve teknik heyetler düzeyinde yapılan karşılıklı ziyaretlerde artış yaşandı. 2006 yılında “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması” imzalandı ve Türkiye, Cezayir, İspanya, İtalya ile Portekiz tarafından “stratejik ortak” olarak kabul edildi.
2018 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan Cezayir’i ziyaret etmiş ve ziyaret kapsamında ikisi ticari olmak üzere toplamda yedi anlaşma imzalanmıştır.
Cezayir, Türkiye’nin doğalgaz ithalatında ve kaynak çeşitlendirme politikasının teşvik edilmesinde önemli kaynaklardan biri olarak görülmekte ve Türkiye’nin dördüncü doğalgaz tedarikçisi konumunda yer almaktadır. 40 milyon nüfusu ile Afrika’nın dördüncü büyük ekonomisi olan Cezayir, Türkiye nezdinde önemli bir yatırım ülkesi durumundadır.
]]>1948 – 2000 Yılları Arasında İlişkiler:
İsrail’in bağımsızlık ilanından önce, 1947’de Türkiye, Birleşmiş Milletler’in Filistin için taksim planına itiraz etmişti, ancak bununla birlikte 1948 Arap-İsrail Savaşı sırasında Türkiye tarafsız kalmayı tercih ederek Türk vatandaşlarının savaşa katılmasını engelledi. İsrail Devleti, 1948 yılında siyonizm ideolojisinin bir sonucu olarak Filistin’de, kendini “Yahudi halkının vatanı” olarak tanımlayarak bağımsızlığını ilan etti. Temelde siyonizm, Yahudi halkının özgürlük, bağımsızlık, devlet ve güvenlik sahibi olarak Yahudi anavatanına dönüşü hedefleyen bir siyasi harekettir. Bu yeni devleti tanıyan ülkeler arasında, halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan ilk ülke Türkiye oldu. Buna rağmen, ikili ilişkiler ilk yıllarda o kadar da yakın değildi. Bunun arkasında farklı nedenler bulunuyordu. Bu nedenlerden biri, Arapların İsrail Devletine karşı olan olumsuz tavrıydı. Zira bu tavır, Türkiye’nin dilediğince hareket etmesine imkan sağlamıyordu. Araplar İsrail’e karşı daha ılımlı hale gelene kadar Türkiye, İsrail dış politikasını açıkça yürütmedi. Bir diğer neden ise, İsrail’in, Sovyetler Birliği’ne destek vereceğine dair şüphe duyulmasıydı. Bu yıllarda Türkiye Devletinin dış politika yöneliminin Batı yanlısı olması Türkiye’nin İsrail’den uzaklaşmasında önemli bir etken oldu. Gelecek dönemlerde de Amerikan-İsrail ilişkilerinin gelişmesinin etkisi Türkiye-İsrail ilişkilerinde görülmüştür.
1950’lerin başında Türkiye, Başbakan Adnan Menderes’in, Arap devletlerine İsrail devletini tanımaları için çağrıda bulunması gibi ikili ilişkileri geliştirmek için bazı girişimlerde bulundu. İkili ilişkiler 50’li yılların ikinci yarısında oldukça iyileşti. Yükselen Arap milliyetçiliğini ve Sovyet etkisini azaltmak adına iki ülke arasında istihbarat paylaşımını öngören bir gizli anlaşma ve ticaret anlaşması yapıldı. Ancak 1967 Arap-İsrail savaşı sonrası Türkiye, ABD’nin Orta Doğu politikasından uzaklaştı ve Filistinlilere karşı tutumunu yeniden şekillendirdi. Türkiye’nin bu politika değişikliği ikili ilişkilerin tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri oldu. Bunu takiben, 1973 Arap-İsrail savaşında Türkiye, ABD’nin İsrail’i desteklemek için askeri üslerini kullanmamasını talep ederek İsrail’e karşı durdu. Türkiye’yi Araplarla daha yakın ilişkiler kurmaya yönelten bir diğer olay ise 1973 Petrol Krizi’dir. Bu yıllarda Türkiye, Filistinlilerin yanında yer aldı ve hatta 1975’te Filistin Kurtuluş Örgütünü tanıdı. Aynı yıl, Siyonizmi ırkçılığın bir türü olarak tanımlayan 3379 sayılı Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Kararı lehine oy kullandı.
1980 yılı Temmuz ayında Knesset (İsrail Meclisi) Kudüs Yasasını kabul etti ve buna bir tepki olarak İsrail ile diplomatik ilişkiler aynı yılın Kasım ayında en alt düzeye indirildi. 1986 yılında büyükelçilik rütbesine sahip kıdemli bir diplomatın atanmasıyla ilişkilerde bir ilerleme söz konusu olacakken 1987 yılında İntifada’nın başlamasıyla birlikte Türkiye, Filistinlilerin yanında yer aldı ve İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkiler durgunlaştı. Söz konusu zaman diliminde Soğuk Savaşın etkileri bu iki ülkenin ilişkilerinde de gözükmektedir. Zira, Türkiye Soğuk Savaş dönemi boyunca dış politikasını iki kutuplu yapıya göre kurmaya çalıştı.
1990’larda İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkiler Soğuk Savaş sonrası ortamdan ve Madrid Barış Konferansı, Birinci Körfez Savaşı ve Oslo Süreci dahil olmak üzere bölgesel gelişmelerden yararlanarak hızla derinleşti. Bu dönemdeki önemli gelişmelerden bazıları şunlar oldu: 1991’de hem FKÖ hem de İsrail ile diplomatik ilişkiler geliştirildi. 1994 yılı ise İsrail Devleti ile askeri iş birliğinin başlangıç ​​noktası olması açısından önemliydi. Aynı yıl, Türkiye Başbakanı Tansu Çiller İsrail’i ziyaret etti. Yolculuğu sırasında bazı anlaşmalar imzaladı. 1996’dan 1998’e kadar Türkiye ve İsrail; ekonomi, ticaret, teknoloji ve bilim gibi farklı alanlarda önemli ikili anlaşmalar imzalayarak stratejik ortaklıklarını pekiştirdiler. Bunlara ek olarak, Türkiye eğitim tatbikatları için İsrailli savaş pilotlarına hava sahasını açtı ve 1996-2000 yılları arasında yılda ortalama 235.000 İsrailli olmak üzere her yıl yüz binlerce İsrailli turist Türkiye’yi ziyaret etmeye başladı.
2000-2009 Yılları Arasındaki Dönem:
2000’li yılların başlarında Türkiye kamuoyunda ABD ve müttefiki İsrail hakkındaki olumsuz görüşlerin artmasına neden olan bazı olaylar yaşandı. Ariel Şaron’un provokatif Mescid-i Aksa ziyaretini takiben ikinci intifada 2000 yılının sonlarında başladı. Bundan iki yıl sonra, Nisan 2002’de İsrail Savunma Kuvvetleri Cenin Mülteci Kamp’ına girdi ve birçok Filistinliyi öldürdü. Cenin Katliamı, olumsuz görüşün nedenlerinden biriydi, özellikle ABD Başkanı tarafından, katliamın başı Ariel Şaron’un “barış adamı” olarak adlandırılması insanları kışkırttı. Olumsuz kamuoyunun yanı sıra, Türk siyasetçiler de İsrail hakkında olumsuz açıklamalarda bulundu. Ecevit, İsrail’i Filistinlilere soykırım suçu işlemekle itham etmiş, Ak Parti’nin üst düzey yetkililerinden Arınç, Hitler ile Şaron arasındaki benzerliği vurgulamıştı. Ak Parti hükümeti de iktidara geldiğinde İsrail Devleti hakkında benzer açıklamalarda bulunmaya devam etti. Filistindeki katliamların yanı sıra, Türk halkının İsrail Devletine öfkesini artıran başka faktörler de ortaya çıktı. 2003 Irak Savaşı, 2004 yılında Şeyh Ahmed Yasin suikastı bunlar arasında can alıcı olanlardandı. Türkiye Başbakanı Erdoğan, Ahmed Yasin suikastiyle ilgili yaptığı açıklamada bunu “tahammül edilemez” olarak değerlendirerek; “Bu benim halkımı ve beni derinden yaralamaktadır” dedi. Tüm bunlara rağmen Türkiye, İsrail ile güvenlik ilişkilerini sürdürdü. İsrail Savunma Bakanı, Türkiye’nin İsrail politikalarındaki tutumunu Türk kamuoyunun İsrail’e yönelik eleştirisinin bir sonucu olarak yorumladı. Dahası, Türk Devletinin tavrını bu iki ülke arasındaki savunma ve ticari bağların önünde nihai bir engel olarak değerlendirmedi.
Hem Netanyahu hem de Erdoğan ikili ilişkilerde pragmatik davranmaktan geri durmadı. Zira ikili ilişkiler farklı alanlarda iki ülkenin de kazanımlar elde etmesine yardımcı oluyordu. Ayrıca Ak Parti hükümeti, Arap-İsrail ihtilafında arabulucu olarak rol almaya gönüllü olmasıyla eski Türk hükümetlerinden farklıydı. Türkiye’nin bu çabası, İsrail tarafından bazı beklentileri olmasına yol açtı. Çok önemli bir adım olarak 2005’te Başbakan Erdoğan İsrail’i ziyaret etti. Fakat, İsrail’in 2008’de Gazze’ye saldırması Türkiye’yi hayal kırıklığına uğrattı, zira İsrail Başbakanı bu saldırıdan önce barışçıl bir yol izleneceğine dair söz vermişti.
2009 ve 2018 Yılları Arasında İlişkiler
Türkiye’nin İsrail politikalarından memnuniyetsizliği Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu toplantılarında zirveye ulaştı. Böylece Davos, Türkiye-İsrail ilişkilerinde bir dönüm noktası haline geldi. Erdoğan, İsrail’i öldürmeyi çok iyi bilmekle itham eden bir konuşma yaptı ve toplantıyı terk etti. Bunu, İsrail’in imajına zarar verdiği iddia edilen bir Türk dizisinin yarattığı gerginlik ve Türk Büyükelçisini alçak bir koltuğa oturtulmasından doğan bir diplomatik kriz izledi.
Ancak asıl kriz, İsrail güçlerinin uluslararası sularda Türk yardım gemisine saldırmasıyla yaşandı. Saldırıda Türk siviller yaralandı ve 10 kişi hayatını kaybetti. Bu olay Türk kitlesinde büyük eleştirilere yol açtı ve Türk yetkililer bu saldırıya tepki gösterdi. Erdoğan’ın açıklamaları öfkesini açıkça ortaya koyuyordu ve saldırıyı İsraillilerin insanları öldürmekte ne kadar iyi olduklarının bir başka göstergesi olarak değerlendirdi. İsrailli yetkililer, filoda öldürülen insanları “terörist” olarak nitelendirmişti. Öte yandan Türk kamuoyu şehitlerin üzüntüsünü paylaşıyordu.
Bu iki devlet arasındaki krizler birbirini takip etti, gerilimler yaşandı. 2010-2016 yılları arasında diplomatik bir durgunluk yaşanmasına rağmen, aralarındaki ikili ticaret eşzamanlı olarak arttı. 2011 yılında, filo saldırısından sadece bir yıl sonra, bu iki ülkenin ekonomik hacmi ciddi oranda büyüdü. Bu, İsrail ve Türkiye’nin ekonomik ve siyasi ilişkilerini birbirinden başarıyla ayırdığını gösteriyordu öyle ki ticaret hacmi 2011 yılında, 2010 yılına oranla, %26 arttı. Bunun yanı sıra Türkiye, İsrail’den Gazze Şeridindeki ablukanın kaldırmasıyla ilgili talebini sürdürdü. Vatandaşlar liderleriyle her zaman aynı zihniyeti paylaşamamış olsa dahi ekonomi ve siyaset, liderler tarafından birbirinden ayrı tutuldu.
2010 yılında orman yangınlarının durdurulması için Kuzey İsrail’e Türk uçakları gönderildi ve 2011 yılında Türkiye’nin doğusunda meydana gelen deprem için İsrail yardım teklif etti. İsrail ve Türkiye arasındaki bu normalleşme sürecinde ABD önemli bir rol oynadı. Türkiye’nin İsrail ile normalleşmeyi kabul etmek için üç şartı vardı: saldırıyla ilgili resmi bir özür, mağdurlara maddi tazminat ve Gazze Şeridindeki kuşatmanın sona erdirilmesi. Sonuncusu uzun tartışmalara konu oldu, sonuç olarak 2013’te Netanyahu, filo saldırısı hakkında Türkiye’den özür diledi. Yani İsrail, Türkiye’nin ilk talebini gerçekleştirdi, şehit ailelerine tazminat ödedi, ayrıca Gazze kuşatmasını hafifletti. Netanyahu’nun özrünün ilişkilerin normalleşmesinde oldukça etkili olacağını düşünülse de gerçek böyle olmadı. Normalleşmenin yerel ve bölgesel koşullarla bağlantılı olması durumun bir özürden daha karmaşık olmasını açıklıyordu. Ayrıca Arap Baharı’nda Ortadoğu’da İslam’ın yükselişini destekleyen bir ülke olarak Türkiye, İsrail’e yakın olmayı utanç verici buluyordu.
2016 yılında İsrail ve Türkiye arasında bir uzlaşma anlaşması duyuruldu. Süreç, bu ülkeler arasındaki ekonomik ilişkileri önemli ölçüde etkiledi ve ticaret yükselişe geçti. Turizm gibi birçok alanda ilişkiler yıl içinde gelişti, Türkiye Turizm Bakanı 2017 yılında İsrail’i ziyaret etti. Ayrıca aynı yıl Türkiye Enerji Bakanlığı’ndan bir heyet İsrail’i ziyaret ederek Türkiye üzerinden Avrupa’ya gidecek bir gaz boru hattı olasılığı hakkında kapsamlı bir görüşme gerçekleştirdi. Kısacası, İsrail ile Türkiye arasında çeşitli alanlarda önemli iş birliği anlaşmaları ve girişimleri oldu.
Bununla birlikte, bu iki ülke arasındaki medyadaki görüntü, ekonomik ilişkilerine ilişkin gerçekler ve rakamlarla çelişiyordu. Her iki tarafın da birbirleri hakkındaki açıklamaları düşmanlık ve aşağılama içermekteydi. Erdoğan İsrail’i “terör devleti” ve Netanyahu’yu “terörist” olmakla itham ediyordu. Öte yandan Netanyahu da, Erdoğan hakkında ithamlarda bulunuyordu: “Kendi Türkiye’sinde Kürt köylerini bombalayan, gazetecileri hapse atan, İran’ın uluslararası yaptırımları aşmasına yardımcı olan bir liderden ahlak dersi almaya alışık değilim.” Liderlerin karşılıklı atışması bir yana dursun, başarılı ekonomik ilişkiler sadece devam etmekle kalmıyor, aynı zamanda bağlar da kuvvetleniyordu. Bu taban tabana zıt ilerleyen ilişkilerin arkasındaki nedenleri anlayabilmek için her iki devletin ekonomik genişleme yıllarında iktidarda olan siyasi partiler ipucu sağlayabilir. İsrail’in Likud’u ve Türkiye’nin Ak Parti’si ekonomiye yaklaşımlarında liberal değerlere sahiptir yani her ikisi de ekonomiye büyük önem vermektedir. Öyle ki Ak Parti ekonomi politikalarında ideolojiden bağımsız bir yaklaşımı benimsiyor ve Erdoğan’ın kendisi de bu konuda “paranın milliyeti yoktur” ifadesini kullanıyor.
İkili ilişkiler, İsrail’in Büyük Dönüş Yürüyüşü’ne katılan Filistinliler üzerinde güç kullanması nedeniyle bu yürüyüşler sırasında gerçekleşen olaylardan olumsuz etkilendi. 15 Mayıs 2018 tarihinde Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçisi, Türk Dışişleri Bakanlığı tarafından istişare için merkeze çağrıldı. Türkiye-İsrail ilişkileri, söz konusu tarihten itibaren büyükelçilikteki geçici maslahatgüzarlar tarafından yürütülüyor.
İlişkilerde Güncel Gelişmeler:
Türkiye ve İsrail ikili ilişkilerinden fayda sağlayan iki ülkedir. Aynı bölgede yer alan bu iki ülkenin, Esad’ı ve Şii milislerin büyümesini ulusal tehdit olarak görmek gibi çeşitli konularda ortak yönleri vardır. Ayrıca enerji, güvenlik, ticaret gibi pek çok alanda aralarında iş birliği vardır. İkili ilişkilerde yaşanan yoğun siyasi krizlere rağmen istihbarat teşkilatları birlikte çalışmaya devam etmiştir. Öte yandan, bu iki ülke arasında farklılaşmaya ve sorunlara neden olan asıl konu ise Filistin gerçeğidir. Erdoğan, bu konuda engelin “İsrail’in Filistinlilere yönelik politikaları” olduğunu söylemektedir.
Türkiye, NATO müttefiki olması ve Ortadoğu’nun en güçlü ordularından birine sahip olması dolayısıyla İsrail ulusal güvenliğinin önemli bir bileşeni olmasına rağmen, mevcut durumda İsrail’in bölgedeki tek seçeneği değildir. Zira İsrail, 2020’de İbrahim Anlaşmaları gibi yeni anlaşmalarla bölgedeki konumunu güçlendirdi. İsrail tarafı olası bir uzlaşma için Türkiye’nin ideoloji siyaseti perspektifini azaltmasını ve Filistin-İsrail meselesine yönelik politikasında bazı değişiklikler yapmasını bekliyordu. Takip eden süreçte, Ankara’dan olası bir uzlaşma için Hamas’a verilen desteğin durdurulmasını talep etti. Ağustos 2020’de İsrail, Türkiye’yi İstanbul’daki Hamas üyelerine pasaport vermekle itham etti ve bunu ‘çok düşmanca bir adım’ olarak nitelendirdi. Ocak 2021’de İsrail şu şartlar gerçekleştirilmediği sürece ilişkilerin iyileştirilemeyeceğini ilan etti: Türkiye şu anda ülkede yaşayan Hamas üyelerini ihraç etmeli, Gazze ve Batı Şeria’daki terörist faaliyetleri yönlendirmeyi bırakmalı ve ülkeye para aktarmamalıdır.
ABD’deki lider değişiminin ardından ilişkilerde çok önemli bir gelişme daha yaşandı ve 12 yıldır Başbakan olan Netanyahu koalisyonu kuramadı. Seçimin dördüncü kez tekrarlanmasının ardından, 8 partiden oluşan yeni İsrail hükümeti 13 Haziran 2021’de güvenoyu alarak yemin etti. Böylece İsrail-Türkiye ilişkilerinde uzun süredir var olan aktörlerden biri değişti. Dolayısıyla, ikili ilişkiler açısından iyi bilinen Netanyahu-Erdoğan ihtilafı sona erdi. Bunun yanı sıra, İsrail’de bir de Cumhurbaşkanlığı değişikliği meydana geldi. Erdoğan ve yeni Cumhurbaşkanı Herzog bir telefon görüşmesi yaptı, bu uzun yıllar sonra iki ülke arasında yapılan en üst düzey görüşme oldu. Erdoğan, Herzog’u göreve başlaması dolayısıyla tebrik etti ve telefon görüşmesi yaklaşık kırk dakika boyunca devam etti. Konuşmada ikili ilişkilerin önemine, özellikle enerji, turizm ve teknoloji gibi farklı alanlardaki büyük işbirliği potansiyellerine değinildi. Diyaloğun devam ettirilmesi konusunda mutabık kalan liderlerin bu görüşmesi önümüzdeki günlerde ilişkilerde olumlu gelişmeler olacağının habercisi kabul edilebilir.
KAYNAKÇA
Uluslararası ilişkilerde güç, “bir aktörün bir başka aktörün davranışını değiştirebilme yetisidir.” Güç çeşitlerinden biri olan sert güç, bir aktörün diğer aktörlerin davranışlarını değiştirmesi için kullandıkları askeri ve ekonomik güç anlamına gelmektedir. Sert güç, teşvik (“havuç”) veya tehdide (“sopa”) dayanmaktadır. İkinci güç çeşidi olan yumuşak güç ise bir ülkenin siyasi değerleri, kültürü ve dış politika ilkelerinin, meşru görüldüğü ölçüde, diğer ülkeler nezdinde uyandırdığı “çekicilik” olarak tanımlanabilir. Yumuşak güç, diğer aktörlerin davranışlarını şekillendirme yetisine dayanmaktadır. Yumuşak gücün kaynakları olarak karşımıza kurumlar, değerler, kültür ve politikalar çıkarken, yumuşak güç araçları ise gündem oluşturma, çekicilik ve yanına çekmedir.
Sert Güç | Yumuşak Güç | |
Davranış spektrumu (ve kaynakları) | Komuta, baskı (zorlama ve yaptırımlar), teşvik (ödeme ve rüşvet) | Gündem oluşturma (Kurumlar) Çekicilik (değerler, kültür ve politikalar)Yanına çekme |
Yumuşak güç temelde üç unsurdan oluşmaktadır: Kültür, siyasi değerler ve dış politika. Bir ülkenin kültürü ne kadar diğerlerini kapsayıcı nitelikte evrensel olursa o kadar cazibe merkezi olur. Nye’e göre, bir devletin ülkesinde demokrasiyi hakim kılması, uluslararası alanda diğer devletler ile birlikte hareket etmesi ve dış politikada barış ve insan hakları değerlerini savunması onun diğer devletlerin davranışlarını etkilemesine imkân verecektir. Devletlerin yumuşak güç kaynaklarını kullanımı, sert güce kıyasla, daha yavaş ve yaygındır. Yumuşak gücün başarılı olduğu durumlarda ise elde edilen kazanç daha kalıcıdır.
Bu çalışma Ortadoğu’da önemli bir bölgesel güç olan Türkiye’nin yumuşak güç artışını Irak vakası üzerinden ele alacaktır. Brand Finance tarafından her yıl yayınlanan Küresel Yumuşak Güç Endeksi’nde 27. sırada yer alan Türkiye, Soğuk Savaş sonrasında dış politikasında yumuşak güce önem vermeye başladı. Türkiye resmi kurumları üzerinden Türk dili ve kültürünü yayarken, Türk dizileri üzerinden popüler kültürünü yaymaktadır. Türkiye’nin ikinci yumuşak güç kaynağı ise ekonomik kalkınmayla işbirliği kurması ve acil insani yardımlarda bulunmasıdır.
Türkiye’nin yumuşak güç unsurları arasında iç politika açısından demokrasi yer alırken, dış politika açısından uluslararası hukukun üstünlüğünü savunması gelmektedir. Diğer unsurlar arasında tarihi ve kültürü yer almaktadır. Nitekim, Nye, bir devletin kültürünün başkalarının paylaştığı değer ve çıkarlara hizmet ettiğinde uyandırdığı çekiciliğin istediği sonuçları almasında yardımcı olacağını ifade etmektedir. Bu anlamda, Türkiye’nin 16 Türk İmparatorluğu’na dayanması onun önemli bir kültür ve tarihi geçmişe sahip olduğunu hatırlatmaktadır. Türkiye’nin bir diğer yumuşak güç kaynağı ise dış dünyada faaliyet gösteren kurumlarıdır. Soğuk Savaş Sonrası döneme kadar Türkiye’nin Anadolu Ajansı ve TRT dışında dış bağlantı kuracağı kurumu dolayısıyla yumuşak gücü yoktur. Bununla birlikte, 1992’de kurulan Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA), Türkçe konuşulan Türkî cumhuriyetlerde kalkınma yardımları sağlamakta ve ekonomik, kültürel, eğitim, sosyal, teknik ve ticari alanlarda faaliyet göstermektedir. TİKA’nın yanında, STK ve Yunus Emre Enstitüsü’nün, sırasıyla, sağladığı yardımlar ve yurtdışında Türk kültür ve dilini yaymak için gerçekleştirdiği projeler nedeniyle bu kurumlar da Türkiye’nin yumuşak gücüne katkıda bulunmaktadır. 2009’da kurulan Afet ve Acil Durum Başkanlığı (AFAD), 2010’da kurulan Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı ve son olarak 2016’da kurulan Türkiye Maarif Vakfı Türkiye’nin yumuşak güç kaynağı olan kurumlarıdır.
Türkiye iki farklı yumuşak güç stratejisi uygulamaktadır. Birincisi, kamu diplomasisi ve öğrenci değişim programları gibi Türkiye’nin kültürünün, dilinin ve kendisinin tanıtımına katkıda bulunabilecek faaliyetler, kültürün bir dış politika aracı olarak kullanılması anlamına gelmektedir. Türk kültürünün yayılması için Türk dizileri dış dünyaya ihraç edilmektedir. Bu anlamda, 2019’da Türkiye dünyada ABD’den sonra en fazla dizi ihraç eden ülke oldu. Diziler 146 ülkede 700 milyondan fazla izleyici ile buluştu. Dizilerde Türkiye’nin modern ve zengin ülke olarak görünümü Türkiye’yi kültürel bir çekim merkezi haline getirmektedir. Bu anlamda, Türk dizilerinin en çok izlendiği ülkelerden Türkiye’ye gelen turist sayısında artış olmuştur. 2002’de Ortadoğu ülkelerinden Türkiye’ye gelen turist sayısı 975 bin iken bu rakam 2010’da 3,6 milyonu geçti. Örneğin, “Gümüş” dizisinin en çok izlendiği ülke olan Birleşik Arap Emirlikleri’nden Türkiye’ye gelen turist sayısında yüzde 21 artış görüldü. Türkiye’nin ikinci yumuşak güç stratejisi, ekonomik kalkınmayla işbirliği ve insani yardımlar yapmasıdır. Örneğin, 2020’de Türkiye 8 milyon dolar ile dünyada en çok insani yardım yapan ikinci ülke oldu.
Türkiye’nin Irak dış politikasında kültürün bir dış politika aracı olarak kullanımı noktasında üç kategori önümüze çıkmaktadır: 1)YTB, Yunus Emre Enstitüleri ve TMV gibi resmi kurumlar; 2) Resmi kurumların dışındaki STK’lar; 3) Popüler kültür: Özellikle TV dizileri. Yurtdışındaki Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları, soydaş ve akraba toplulukları ile Türkiye’de öğrenim gören uluslararası burslu öğrencilere yönelik çalışmaları koordine eden YTB, Türkiye’nin yükseköğretimde yeni bir üs olmasına katkıda bulunmaktadır. YTB’nin 2012 yılında başlattığı “Türkiye Bursları” programında günümüze değin 165 ülkeden 33 bin öğrenciye burs verildi. Her geçen yıl rekor başvuru gelmektedir. Her yıl 3,500 bursiyer kontenjanının olduğu programa 2021 yılı için 178 ülkeden 165 bin uluslararası öğrenci başvuruda bulundu. Bu başvuruların %25’i Ortadoğu’dan gelmektedir. Dolayısıyla, 2020 yılı için Ortadoğu bazında 978 uluslararası öğrenci kabul edildi. Nitekim Türkiye’den mezun olan burslu öğrencilerin kendi ülkelerine döndüklerinde muntazaman mezun buluşmalarına katılmaları Türkiye’nin kültürünü tanıtma ve yaygınlaştırma noktasında işlevseldir. Irak’ta da “Irak Tanıtım ve Kültür Günü” etkinliği düzenlenmektedir. Aynı zamanda, Iraklı mezunların kurduğu Irak Türkiye Mezunlar Birliği, Irak’ta ihtiyaç sahiplerine yardım gibi faaliyetler yürütmektedir. Türkiye’nin başka ülkelerle kültürel ilişkilerinin gelişmesinde köprü işlevi gören “Türkiye Bursları” programının Türkiye’nin Irak’ta yumuşak gücüne etkisi mezun öğrencilerin dönüş yaptıkları ülkelerde aldıkları görevler ile görülebilir. Nitekim, Türkiye’de Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde yüksek lisans eğitimi alan Iraklı akademisyen Cuma Muhammed, Irak’ın Duhok vilayetinde bulunan Zaho Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün kurucusu oldu.
Türk dili ve kültürünün dünya çapında yayılmasına katkıda bulunan Yunus Emre Enstitüsü, dünyada 50 ülkede 60 Türk Kültür Merkezini faaliyete geçirmiştir. 2017 yılında çevrimiçi Türkçe Öğretim Portalını hayata geçirdi. 3 yıllık sürede dünyanın 196 farklı ülkesinden 394 bin kişi Türkçe öğrenmek için portale kaydolmuştur. Ücretsiz olarak hizmet veren Türkçe Öğretim Portali’ne günlük ortalama 180 yeni üye kayıt olmaktadır. Öğrencilerin yarısına yakınının 0-20 yaş aralığında olması Türkçe bilen nitelikli işgücünün Türkiye’ye gelmesi açısından ehemmiyet taşımaktadır. Ayrıca, Türkçe’nin yaygınlaşması Türkiye’nin yumuşak gücünü artıran bir husustur. Son olarak, Türkçe Öğretim Portali’nde en çok kullanıcının yer aldığı 10 ülke arasında Irak da bulunmaktadır. Irak’ta Yunus Emre Kültür Merkezi bulunmasa da çevrimiçi portalin yanında Türkoloji projesi kapsamında işbirliği kurduğu üniversiteler içinde Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde Türkiye’den görev alacak öğretim elemanlarını göndermektedir. Bu minvalde, dünyada 101 Türkoloji Bölümü açıldı. Irak’tan Salahaddin, Kerkük ve Musul Üniversitesi bu proje kapsamında yer almaktadır.
Türkiye Maarif Vakfı (TMV) ise Türkiye’nin uluslararası eğitimde dünyaya açılan kapısıdır. 17.06.2016 tarihli 6721 sayılı kanun ile kurulan TMV, yurt dışında Türkiye adına okul öncesinden yükseköğretime, örgün öğretimden yaygın eğitime kadar tüm eğitim faaliyetlerini yürütmektedir. Bu manada yaygın eğitim amaçlı kurslar, etüt merkezleri ve kültür merkezleri gibi tesisler kurmanın yanında kütüphaneler, laboratuvarlar, sanat ve spor tesisleri kurar. TMV, 67 ülkede 360 eğitim kurumuyla faaliyet göstermektedir. 2018 yılından beri Irak’ta faaliyet gösteren TMV’nin Irak’ta 14 eğitim kurumu vardır. Bu kurumlarda 2 bin öğrenci eğitim almaktadır. TMV ile Irak Eğitim Bakanlığı arasında Irak’ta başta Kerkük olmak üzere Türkmenlerin yoğun yaşadığı kentlerde görevli 87 öğretmenin İstanbul’da yeterliliklerini geliştirmeleri için işbirliği yapıldı. Irak’ta Türkmenlerin dışında Arap ve Kürt öğrenciler de kayıt yaptı. Irak’ta Türkçe eğitim verilen öğrenci sayısı 300 oldu.
Türkiye’nin ikinci yumuşak güç stratejisi olan ekonomik kalkınmayla işbirliği ve insani yardımlar Türkiye’nin yurtdışındaki cazibesine katkı yapmaktadır. Bu alanda en etkili kurumlarından birisi TİKA’dır. TİKA, “yurtdışında bulunan ortak tarihî, kültürel ve toplumsal mirasın ve değerlerin korunması ve toplumlar arası önyargıların giderilmesi” için başta Türk dili konuşulan ülkeler olmak üzere tüm gelişmekte olan ülkelerde faaliyette bulunmaktadır. Dünyada 5 kıtada 60 ülkede 62 Program Koordinasyon Ofisi bulunan TİKA, 30 binden fazla proje yürütmüştür. Bu projeler Türkiye’nin uluslararası imajını artırmaya matuftur. Ortadoğu TİKA’nın önemli ilgi alanları içinde yer almaktadır. Ortadoğu’da Filistin, Mısır, Lübnan, Yemen ve Ürdün’e ek olarak Irak’ta TİKA Program Koordinasyon Ofisi bulunmaktadır. Ortadoğu ve Afrika bölgesi TİKA’nın 2020 toplam harcamalar içerisinde yüzde 23,79 payla ilk sırada yer almaktadır. Bu bağlamda, TİKA Irak’ta Türkmenlerin yoğun yaşadığı bölgelere destek verdiği görülmektedir. TİKA’nın 2018-2019 yılları arasındaki faaliyetlerini incelediğimizde, TİKA Irak’ta terör faaliyetleri ve çatışmalar nedeniyle hasar gören müesseseleri tadilat etti. Bu bağlamda, TİKA Bağdat’ın Taji bölgesinde yer alan bir lise ve Telafer Üniversitesi’ne ait fakülte binasının tadilat çalışmalarını gerçekleştirdi. Ayrıca, Musul’da kullanılmaz hale gelen Kanser Hastanesi için klinik tesis ederken, Telafer’de kullanılmak üzere 20 adet trafo temin etti. Ek olarak, Selçuklu dönemi ve Osmanlı döneminde önem verilen Bağdat Azamiye Külliyesi (İmam-ı azam Ebu Hanife) için restorasyon çalışması yürüttü. Irak’ta Osmanlı döneminde birkaç kez restorasyona uğrayan Abdulkadir Geylani Türbesini restore etti. 1855 yılında yapılan bir Osmanlı eseri olan ve 2019 yılında yanan Irak’ın Kerkük kentindeki Kerkük Kayseri Çarşısını restore etti. Irak’ta Tuzhurmatu ilçesinde Tuzhurmatu belediyesi ile birlikte yol yapımı çalışması yaptı. Ek olarak, TİKA Bağdat’ta Türkmenlere yönelik yayın yapan bir radyo kanalının kurulması için “Bağdat FM Radyo İstasyonu Kurulması Projesi”ni yürüttü. Restorasyon, ulaşım ve iletişim altyapılarının yanı sıra TİKA acil yardım kapsamında 2019 yılında Irak’ta ihtiyaç sahibi Türkmen ailelere gıda yardımı yapmıştır.
Grafik 2’de görüldüğü gibi, Türkiye dünyada en çok kalkınma yardımı yapan 6. ülkedir. Gelişmekte olan ülke olarak Türkiye liderliğini korumaktadır. Grafik 3’de görüldüğü üzere, Türkiye’nin resmi kalkınma yardımları özellikle 2016 yılından itibaren yükselişe geçmiştir. 2019’da yapılan resmi toplam kalkınma yardımlarının 7.5 milyon doları acil ve insani yardımları ihtiva etmektedir. Türkiye’nin resmi kalkınma yardımlarının neredeyse tamamı (7.6 milyon dolar) Ortadoğu bölgesine yapılmaktadır. Türkiye’nin tüm yardım cinslerinin dahil olduğu iki taraflı resmi kalkınma yardımlarından en çok yararlanan ülkeler arasında 7.2 milyon dolar yardımla Suriye ilk sırada, 59 milyon dolar yardımla Bosna-Hersek ikinci sırada gelirken, Irak 42 milyon dolar ile Türkiye’den en çok yardım alan üçüncü ülke konumundadır. Türkiye’nin resmi kalkınma yardımları dışında yurtdışında insani yardım faaliyetleri ile ön plana çıkan STK’lar da Türkiye’nin yumuşak gücüne katkıda bulunmaktadır. Bilhassa, çatışma bölgelerinde faaliyet gösteren STK’lar bölge insanlarında Türkiye’ye yönelik olumlu algı oluşmasına katkı sağlamaktadır. Bu alanda Türk Kızılayı, Türkiye Diyanet Vakfı, IHH, Cansuyu, Yeryüzü Doktorları gibi STK’lar ön plana çıkmaktadır. Türkiye’den giden STK yardımları 2018’de 826 bin dolar iken 2019’da 349 bin dolar oldu.
2004 yılında Joseph Nye tarafından literatüre katılan yumuşak güç kavramı son zamanlarda devletler tarafından rağbet görmektedir. Geleneksel kuvvetlere dayanan sert güç unsurlarına sahip olan devletlerin dünya siyasetinde çıkarlarını gerçekleştirmek amacıyla yumuşak güç unsurlarını edinmeye ve artırmaya gayret etmektedirler. Bir ülkenin siyasi değerleri, kültürü ve dış politika ilkelerinin, meşru görüldüğü ölçüde, diğer ülkeler nezdinde uyandırdığı “çekicilik” olarak tanımlanan yumuşak güç unsurları gündem oluşturma, çekicilik ve yanına çekmedir. Devletler kurumları aracılığıyla gündem oluştururken, değerler, kültür ve politikalar üzerinden diğer devletleri yanına çekme ve cezbetme arayışı içine girmektedirler. Bu manada Türkiye’nin yumuşak güç unsurları olarak değerleri, kültürü, politikası ve kurumlarının Türkiye’nin yumuşak gücüne nasıl katkıda bulunduğunu ele alan çalışma, Türkiye’nin Irak özelinde yumuşak gücünü analiz etmektedir. Türkiye’nin iki yumuşak güç stratejisi izlediğini savunan analizin, ilk tespiti kültürün Türkiye’nin dış politikasında bir araç kullanımıdır. Bu minvalde YTB, Türkiye Maarif Vakfı ve Yunus Emre Enstitüsü gibi kurumlar Türkiye’nin kültürü, dili ve tanıtımına katkıda bulunmaktadır. Kurumların bütçesinde Ortadoğu önemli bir yer teşkil etmektedir. Kültürün bir dış politika aracı olarak kullanımında Türkiye’nin dizi ihraç etmesi Türkiye’ye gelen turistlerin artması açısından yumuşak gücü ile etkileşime girmektedir. Türkiye’nin yumuşak güç stratejisinin ikinci stratejisi STK’lar ve TİKA gibi kurumlar aracılığıyla kalkınma ve insani yardımları yapmasıdır. Gelişmekte olan ülke olarak Türkiye’nin özellikle insani yardım noktasında dünyada ikinci ülke olması imajını güçlendirmektedir.. Türkiye’nin kalkınma ve insani yardım yanında Türk dili ve kültürünü yayma çalışmasını Türkmenlerin yoğun yaşadığı bölgelerde yaptığı gözlemlenmiştir. Nye’ın belirttiği gibi, Türkiye’nin yumuşak güç stratejileri bağlamında Irak’taki yumuşak gücü uzun vadede kalıcı olabilir.
]]>Yabancı sermaye yatırımları, bir ülkenin dış kaynaklardan elde edip, ekonomik gücüne eklediği parasal veya teknik kaynaklar olarak tanımlanabilir. Yabancı sermaye yatırımları, bir ülkenin ekonomisine “sabit sermaye stokunun artması, teknoloji ve işletme bilgisi getirmesi, istihdam yaratması ve rekabeti geliştirmesi, ödemeler dengesi açığını azaltması, iç piyasaya dinamizm kazandırması, teknik eleman ve yönetici açığını azaltması” açısından katkıda bulunmaktadır. Yabancı sermaye bir ülkeye geliş biçimine göre iki şekilde tanımlanabilir: (1) Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımı, “bir firmanın başka bir ülkedeki bir firmayı satın alması, yeni bir firma kurması, veya o ülkedeki mevcut bir firmanın sermayesini artırmak yoluyla ortaklı kurması ya da mevcut firmalara lisans, know-how, teknoloji ve yönetim bilgisi gibi unsurları katması/getirmesi şeklinde yapılan yatırımlara” denilmektedir. Bu tip yatırım, özel doğrudan yabancı sermaye yatırımı, doğrudan veya dış yatırım ya da dolaysız yabancı sermaye yatırımı şeklinde de ifade edilebilmektedir. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne göre, DYY “doğrudan yatırımcı tarafından başka bir ülkede yerleşik olan bir teşebbüste kalıcı bir bağ oluşturmak amacıyla yapılan bir uluslararası yatırım kategorisidir.” Doğrudan yabancı yatırımlar (DYY) üretime dönük reel yatırımlardır. (2) Portföy yatırımı, “bir yabancı sermayedarın, bir ülkenin borsasında işlem gören hisse senetlerini, devlet garantisi taşıyan tahvilleri/bonoları satın alması şeklinde ortaya çıkan mali işlemdir.”
Yabancı sermaye yatırımlarının tarihi 16. yüzyıla kadar uzatmak mümkündür. Ancak, asıl gelişme endüstri devriminin sonucunda 19. yüzyılın ikinci yarısında bilhassa Batı Avrupa’nın sanayileşen ülkelerinin hammadde ihtiyaçlarının karşılamak için sömürge ülkelere yatırım yapmasıyla gerçekleşmiştir. Dünya yabancı sermaye akışları 1. Dünya Savaşı ve sonrasında 1929 ekonomik buhran nedeniyle iniş-çıkışlı seyir izlemiştir. 2. Dünya Savaşı sonrasında Çok Uluslu Şirketlerin artmasıyla birlikte DYY dünya genelinde hızla artmaya başlamıştır. Küreselleşme sürecine büyük katkı sağlayan DYY, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin kalkınmalarını hızlandırmaya yardımcı olmaktadır.
2. 2000 öncesi
Türkiye 1950-1960 yılları arasında liberal bir politika takip etmesine rağmen, önemli bir yabancı sermaye girişi olmadı. 1960 yıllarından sonra planlı kalkınma modeli izlese de yabancı sermaye girişi düşük kaldı. 1954-1979 yılları arasında Türkiye’ye gelen Doğrudan Yabancı Yatırımı (DYY) 228 milyon dolar meblağındaydı. 1954’de yürürlüğe giren 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası’na rağmen, 1990 yılına kadar Türkiye’ye beklenilen DYY gelmemiştir. 1970’li yıllarda yabancı paralar için birden fazla yüksek kur uygulanması, Türk Lirasının konvertibl olmaması yanında politik ve ekonomik istikrarsızlıklardan ötürü Türkiye’ye yabancı sermaye girişi düşük kalmıştır. 1970’li yıllar boyunca Türkiye’ye 250 milyon dolar yabancı sermaye gelse de 1970’li yılların ortalarından sonra yaşanan borç krizi ve iç pazardaki büyük durgunluk kaynakların bir kısmını yurt dışına çıkarmıştır.
24 Ocak 1980 Ekonomik İstikrar Kararları ile Türkiye dışa açık bir politika izledikten sonra DYY girişinde artış yaşanmıştır. Nitekim, 24 Ocak’ta alınan kararlar dış ticaretin ve dövizin liberalizasyonun önünü açmış ve ülkeye yabancı sermaye ve teknoloji girmesini sağlayacak düzenlemeleri getirmiştir. 1983 genel seçimler sonrası yeni hükümetin başa gelmesi ve DYY mevzuat değişiklikleri yabancı yatırımları artırmasına rağmen 1992 sonrasında kurulan koalisyon hükümetleri ve içindeki lider değişikliği neticesinde çıkan ekonomik istikrarsızlıklar ve kötüleşen ekonomi nedeniyle yabancı yatırımlar azalmaya başlamıştır. 24 Ocak 1980 reformları sonrası 1981-1987 yılları arasında Türkiye’ye yabancı sermaye girişi ortalama 93 milyon dolar seviyesinde kaldı.
Bir ülkede DYY’ların GSYİH’ya oranının yüksek olması o ülkenin kalkınmasında DYY’nin önemli bir teşkil ettiğini göstermektedir. Bir ülkenin DYY’nın, o ülkenin GSYİH’ya oranının yüksekliğini belirleyen göstergeler vardır. Bunlar “ülkedeki saydamlık, istikrarlı ve hızlı reel büyüme, düşük faiz oranı, öngörülebilir ve düşük enflasyon oranı, ılımlı döviz kuru dalgalanmaları, liberal dış ticaret ve döviz rejimleri, yatırım teşvikleri, uygun uluslararası vergilendirme düzenlemeleri”dir. Türkiye’de ekonomik ve siyasi nedenlerden dolayı DYY az kalmıştır. Bilhassa, “siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar, içe dönük sanayileşme politikaları, ulusal paranın aşırı değerlendirilmesi politikası, kambiyo kontrolleri, yoğun bürokrasi, hukuki düzenlemelerin yetersizliği, alt yapı yetersizliği, vergi yükünün ağırlığı, kamuoyundaki yabancı sermayeye karşı olumsuz tutum” etkili olmuştur.
Kaynak: Uluslararası Yatırımcılar Derneği
1980’li yılların sonunda dünya çapında DYY’nin çok hızlı biçimde arttığı görülmektedir. Diğer gelişmekte olan ülkelerin Türkiye’den daha fazla başarılı olduğu gözükmektedir. 1997 Güneydoğu Asya krizi ve 17 Ağustos depremi nedeniyle Türkiye’ye yabancı sermaye girişi minimum düzeye inmesinin yanında, 2000 öncesi Türkiye’nin DYY çekememesinin hem ekonomik hem de ekonomik olmayan sebepleri bulunmaktadır. Ekonomik sebepler arasında yabancı yatırımcıların yüksek vergiye maruz kalmaları, kronikleşen enflasyon, artan ekonomik istikrarsızlık, fikri mülkiyet hakları yasasının bulunmaması, özelleştirmenin olmaması, yetersiz hukuki yapı ve yetersiz altyapı bulunmaktadır. Ekonomik olmayan sebepler arasında kronik siyasi istikrarsızlık, PKK terörü, yabancı yatırımcıya yönelik tarihsel nefret (Osmanlı dönemindeki kapitülasyonlar), askeri ve sivil bürokrasi üzerinde ülkelerin siyasi nüfuz elde etmelerine yönelik korku, DYY’ı teşvik etmemek ve bazı ailelerin tekel kurduğu ve yabancı yatırımcılara kapalı Türk iş dünyasının yapısı yer almaktadır. Aralık 1999’da hükümet, kredibiliteyi yükseltmek, enflasyonu azaltmak ve yapısal reformları uygulamak amacıyla IMF ile 3 yıllık stand-by anlaşması imzaladı.
Kaynak: Türkiye’de Doğrudan Yabancı Sermaye Yatırımları ve Bölgesel Dağılışı
2000 öncesi Türkiye’de körfez ülkelerinin yatırımlarına bakıldığında 2000 sonrasına kıyasla düşük bir seyir izlemiştir. Bu durumda Türkiye’nin 1950’li yılların ortası hariç Ortadoğu’ya yönelik mesafeli tutumu etkili oldu. Nitekim, 1981’de Körfez ülkelerinin Türkiye’de ortak olduğu firma sayısı 5 taneydi. Özal döneminde yapılan özelleştirme sonrası ekonomik alanda ilişkiler ivme kazandı. Bu minvalde, Körfez ülkeleri yeni şirketler kurmalarının yanında mevcut şirketlere de iştirak olmuştur. Örneğin, demir-çelik sanayinin önde gelen kuruluşlarından İZDAŞ-İzmir Demir Çelik A.Ş. sermayesinin %28’ini Suudi Arabistan’lı yatırımcılar almıştır. Körfez ülkeleri aynı zamanda tekstil gibi diğer birçok sektörde yer alan çok ortaklı şirketlerin sermayesine katılmıştır. 2000 öncesi dönemde Körfez ülkeleri riski fazla olan direkt yatırımlardan uzak durup daha güvenli gördükleri likid yatırımlar yapmaktaydı. Körfez ülkeleri petrolden elde ettikleri gelirleri banka ve yatırım şirketleri üzerine yatırdılar. Bu anlamda Körfez bölgesindeki Saudi American Bank, Bank of Bahrain ve Kuwait B.S.C. gibi bankalar Türkiye’ye gelmiştir.
Türkiye’de Körfez yatırımlarını Türkiye’nin dış politika yönelimi sınırlandırmıştır. 1990’lı yılların ikinci yarısından AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar Türkiye ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkiler Türk-İsrail ilişkilerinin gölgesinde kaldı. Bununla birlikte, Türkiye’nin AB üyelik süreci çerçevesinde yaptığı reformlar sonrasında DYY artış göstermeye başlamıştır. 1995’te Gümrük Birliği Anlaşması’nın imzalanması sonrasında Türkiye’de Körfez yatırımları hızla arttığı görülmektedir. Körfez ülkeleri açısından Türkiye’nin nitelikli işgücü, modern şirketler ve teknolojik uzmanlığa sahip olması cezbediciydi. Türkiye’de Körfez yatırımlarının artması sadece Türkiye’den kaynaklı değil, aynı zamanda Körfez ülkelerinin yaşadığı ekonomik dönüşümün de katkısı olmaktaydı. 1990’lı yılların sonunda petrol fiyatlarının düşmesi sonucunda Körfez ülkeleri ekonomik istikrarı tesis etmek için ekonomilerini çeşitlendirme arayışına girmişlerdir. Bu minvalde, Körfez ülkeleri gelişmiş altyapı yapma, DYY ve borç verme gibi stratejiler izlemişlerdir. Bununla birlikte, 2000 öncesi dönemde Türkiye’de DYY daha çok AB ülkeleri tarafından yapılmıştır. Buna paralel olarak, AB menşeli firma sayısı da daha fazlaydı. 1954-1999 yılları arasında yabancı sermayeli firmaların sayısının ülkelere göre dağılımına bakıldığında Türkiye’deki yabancı sermayeli firmaların yarısının AB menşeli olduğu görülmektedir.
3. 2000 sonrası
2003 yılında 1954 tarihli ve 6224 sayılı “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu” yerini 4875 sayılı “Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu”na bıraktı. Bu kanun yatırımlara ilişkin kavramları uluslararası standartlar çerçevesinde tanımlamaktadır. Eski kanunun aksine yeni kanun yabancı sermayelerin belirli bir izinle gerçekleşme engelini kaldırmaktadır. Bu nedenle yatırımlar hızlı bir artış göstermiş ve yatırım yapılan sektörler çeşitlenmiştir. DYY’ları ülkeye çekmek için yürürlüğe konan 4875 Sayılı kanuna ek olarak, 2004’te Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) oluşturuldu. Bununla birlikte, YOİKK yatırım ortamını beklenen düzeyde iyileştirememiştir. Bu kurulu desteklemek amacıyla 2004’te kurulan Yatırım Danışma Konseyi, yabancı yatırımcılar ile üst düzey politika yapıcılar arasında fikir alışverişinin sağlandığı ortak bir platform oluşturduğu için yatırım ortamının iyileştirilmesi doğrultusunda önemli mesafeler alınmıştır.
Kaynak: T. C. Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi
2000’lerin ilk on yılında AB’ye üyelik durumu, enflasyonun % 10 seviyelerine indirilmesi, yabancı yatırıma yönelik hukuki reformlar ve uluslararası tahkim sözleşmesinin imzalanması 2005’ten itibaren Türkiye’nin AT-Kearney Uluslararası Yatırım Güven Endeksi’nde hızla yükselmesinin yolunu açmıştır. 2003’te 4875 sayılı kanunun yürürlüğe girmesinden sonra artışa geçen DYY, 2007 yılında 22 milyon dolarlık rekor bir seviyeye çıkmıştır. Bununla birlikte, 2008 küresel finans kriz sonrası yaşanan likidite sorunu Türkiye’ye yönelik yatırımları azaltmıştır. 2015 yılında rekor seviyeye yaklaşsa da sonraki yıllarda düşüş göstermiştir. 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimi ülkenin siyasi istikrarını ve ekonomik büyümesini düşürerek doğrudan yabancı yatırımları menfi yönde etkilemiştir. 2015 sonrasında Türkiye’de DYY düşüş eğilimine girmiştir. Türkiye doğal kaynak bakımından zengin olmadığı için küresel makro ekonomik koşullara maruz kalmaktadır.
Kaynak: T. C. Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi
Kaynak: P.R.T. Investment Office
Türkiye’de DYY kaynağı ülkelere bakıldığında 2000 sonrası dönemde Körfez ülkelerinin daha fazla yatırım yaptığı görülmektedir. Ak Parti yönetimi iktidara geldiğinde Türkiye’nin ihraç pazarlarını çeşitlendirme ve Avrupa Birliği ile ticareti azaltma politikası izlemesinin sonucunda Körfez ülkeleri ile ekonomik ilişkilerini geliştirmiştir. Özellikle, ABD’nin Irak’ı işgal etmek için Türkiye topraklarını kullanmasına ilişkin 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi Türkiye ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerinin mihenk taşı mesabesinde oldu. Soğuk Savaş sonrasından AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılına kadar Türkiye ile Körfez ülkeleri arasındaki ilişkiler Arap-İsrail çatışması ve bölgesel düzen üzerinden şekillendi. Bu dönemde Türkiye’nin bölgedeki çatışmalara uzak durma politikası ve İsrail ile yakın ilişkisi Körfez ülkeleriyle mesafeli olması sonucunu doğurdu. 2000’li yıllarda siyasi, güvenlik ve ekonomik gelişmeler Türkiye ve Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilere ivme katmıştır. Ekonomik gelişmeler, 11 Eylül sonrasında Batı’da terör ile ilişkilendirilen Körfez sermayesinin yatırım için yeni pazarlara yönelmesi; Türkiye’nin 2001 ekonomik krizi sonrasında ekonomik istikrar sağlamak için özelleştirme, yabancı sermaye ve pazar arayışı içinde olması; 2002 sonrasında petrol fiyatlarının yükselmesi sonucunda Körfez ülkelerindeki sermayenin artmasıdır. Siyasi gelişmelere bakıldığında, Türkiye’nin İslam Konferansı Örgütü (İslam İşbirliği Teşkilatı)’de yüksek profil sergilemiş, Türkiye Avrupa Birliği dışında, Körfez ülkeleri ise ABD dışında iş birlik oluşturma arayışı girmiş ve ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında ortaya çıkan jeopolitika bölgede güç dengesini İran lehine çevirmiştir. İran’ın yayılmasından endişe duyan Körfez ülkeleri (özellikle Suudi Arabistan) Türkiye’yi İran’a karşı kale duvarı olarak görmüştür. 2000’li yıllarda Türkiye ile Körfez ülkelerini yakınlaştıran güvenlik sebepleri arasında Körfez ülkelerinin ABD’ye güvenlik için bağımlılığının açtığı sorunlar gelmektedir. Bunun sonucunda İran’ın Irak’taki nüfuzunu artmış, Lübnan’da Hizbullah gibi devlet dışı silahlı aktörlerin çıkmış ve nükleer silah üretimi aşamasında olan İran’a karşı Türkiye’yi Körfez ülkeleri bir denge unsuru olarak görmüştür.
2003 ile 2007 yılları arasında petrol fiyatlarının yükselmesi sebebiyle Körfez ülkelerinin petrol gelirlerinin artışı Türkiye’yi yatırım için cazibe merkezi haline getirdi. Nitekim, 2006’da Körfez ülkeleri 400 milyar dolardan fazla petrol geliri elde etti. Bu anlamda 2003’ten itibaren Türkiye’de Körfez menşeli yatırım yapan firma sayısında iki kattan fazla artış gözlemlenmektedir. Bu doğrultuda, 2006’da Türkiye’de Körfez menşeli yatırımlar 1,78 milyar dolara ulaştı. Bu yatırımın çoğunluğu stratejik gıda rezervini artırma amacıyla tarım sektörüne yapılmıştır. Bunun yanında, 1998’de 17 milyar dolar olan Türkiye ile Körfez ülkeleri arasındaki ticaret hacminin 2008 yılında 166 milyar dolara çıktığı görülmektedir. Türkiye ve Körfez ülkeleri arasındaki ticari ilişkilerin gelişmesinin Türkiye ekonomisine önemli bir etkisi olduğu da görülmektedir. 2002 ile 2007 yılları arasında Türkiye’de kişi başına milli gelir iki kat artarken, Türkiye ekonomisi yıllık ortalama yüzde 7 büyüme göstermiştir.
2004 ile 2011 yılları arasında Körfez ülkeleri Türkiye’de 6,5 milyar dolar yatırım yapmıştır. Bu dönemde Türkiye’de Körfez ülkeleri yatırımlarının yarısından fazlasını BAE yaparken, 2004 ile 2009 yılları arasında Suudi Arabistan 1,3 milyar dolar ve Kuveyt 1,7 milyar dolar yatırım yapmıştır. Ancak, 2004 ile 2009 yılları arasında Körfez ülkelerinin dünya genelinde yabancı yatırımlarının toplam 166,5 milyar dolar olduğu göz önüne alındığında Türkiye’deki yatırımlarının epey az kaldığı görülmektedir. 2000’lerin ilk on yıllık döneminde Körfez sermayesinin Türkiye’de yatırım yaptığı alanların başında banka, finans ve telekomünikasyon sektörleri gelmektedir. Körfez menşeli şirket ve yatırımcılar Turkcell gibi önde gelen Türk şirketlerinde büyük hisseler satın almıştır. 2005’te Suudi Arabistan merkezli Oger Telekom, 6,5 milyar dolara Türk Telekom’un %55 hissesini ve 2007’de Suudi Arabistan’ın en büyük bankası National Commercial Bank, yaklaşık 1 milyar dolara Türkiye’nin en büyük katılım bankası olan Türkiye Finans’ın % 60 hissesini satın aldı. Ayrıca, Adabank ve MNG Bank hisselerinin büyük çoğunluğu Körfez menşeli firmalar tarafından satın alındı. Bunun yanında, Kuveyt Katılım Bankası kuruldu. 2007’de Arap Yarımadası’nın en büyük yatırım fonlarından olan Abraaj Capital, Acıbadem Sigorta’nın %50’sini satın almıştır. Körfez sermayesinin yatırım yaptığı bir diğer alan ise Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) kapsamındaki bölgelere yapılan yatırımlardır.
2000’li yıllarda Körfez ülkelerinin yatırım yaptığı diğer sektörler arasında turizm gibi birkaç farklı sektör bulunmaktadır. Turizm sektörü açısından değerlendirildiğinde 2007 yılı sonrası, 2008-2010 yılları arasında turist sayısı artış gösterse de turizm gelirlerinde artış gerçekleşmedi. 2008 küresel finans krizi nedeniyle döviz kuru ve uygulanan fiyat indirimleri bunda etkili olmuştur. Turizm gelirleri ve turist sayısı 2011 sonrasında sürekli bir artış gösterse de 2015 sonrası terör olayları nedeniyle yurt içinde artan güvenlik endişeleri ve Rusya ile yaşanan siyasi gerginlik sonucunda 2016 yılından itibaren talebin yönü Akdeniz havzasında yer alan rakip ülkelere kaymıştır. 2008 küresel finans krizi sonrasında dünya çapında yabancı sermaye yatırımı düşüş eğilimine girmiş ve dünyada DYY 2007 yılında gerçekleşen yatırım seviyesine (2,1 trilyon dolar) tekrar ulaşamamıştır. Bu durumda 2016 yılında artan jeopolitik riskler ve politika belirsizliklerine ek olarak, uluslararası şirketlerin kârlılıklarının düşmesi, talep düşüklüğü ve zayıf ekonomik büyüme etkili olmuştur.
2010 sonrası Arap isyanları sürecinde vuku bulan siyasi gelişmeler ve çatışmalar Türkiye’de Körfez menşeli yatırımları etkilemiştir. Türkiye ve Katar’ın bölgesel vizyonlarının uyuştuğu bu dönemde Katar dışında Körfez ülkeleri Arap isyanlarına yönelik farklı bir politika takip etmiştir. Türkiye siyasi reform çağrılarında bulunurken Körfez ülkeleri rejimlerin devrilmesini önleme politikası izlemiştir. Arap isyanları bölgesel güç dengesini değiştirmiş ve Türkiye ile Körfez ülkeleri arasında yeni bir ilişki başlatmıştır. Türkiye’nin Arap isyanlarına yönelik politikası Suudi Arabistan’ın Türkiye’yi artık stratejik bir ortağı olarak görmemesine sebebiyet vermiştir.
Arap Ayaklanmaları sonrasında Ortadoğu’da üç kutuplu yapı çıkmıştır. İran bir tarafta, Suudi Arabistan ile BAE diğer tarafta yer alırken Türkiye ile Katar’ın bölgede üçüncü bloku oluşturduğu görüldü. Bu farklı bloklaşmaların temelinde Arap Ayaklanmaları sürecinde izlenen farklı dış politika yaklaşımlarının etkisi oldu. Türkiye-Katar, bu süreçte Arap halklarının meşru taleplerinin destekçisi olurken, Suudi Arabistan-BAE-Bahreyn Arap halklarına karşı tavır almışlardır. Üçüncü bir blok olarak İran ise Suriye’de Esad rejimine destek verdi. Türkiye ile Suudi Arabistan ve BAE’nin Suriye, Libya ve Mısır politikalarının farklılaşması ve bu politikaların Türkiye’nin güvenliğine tehdit oluşturması Türkiye ile bazı Körfez ülkeleri arasındaki ilişkilerin soğumasına yol açmıştı. 2017’de başlayan Katar krizi de iki bloğun ayrıştığını göstermektedir. İki blok arasındaki gerilime örnek olarak Türkiye’nin Libya ve Katar’da askeri üssü bulunması ve askeri sevkiyat gerçekleştirmesi noktasında da görülebilir. Dolayısıyla, Arap Ayaklanmaları ile başlayan süreçte Türkiye’de Suudi Arabistan ve BAE menşeli yatırımları ile azaldı. Buna karşılık, Katar krizi sonrasında Suudi Arabistan ve BAE’nin yatırımları azalmaya devam ederken Katar’ın Türkiye’deki yatırımları arttı.
Son on 18 yıllık dönemde Körfez ülkeleri Türkiye’de sanayiden finansa, perakendeden medyaya kadar birçok sektörde yatırım yaptı. Bu dönemde Türkiye’ye yapılan yatırımlar 11,4 milyar dolara ulaştı. Körfez ülkeleri arasında BAE Türkiye’ye 4,3 milyar dolarla en çok yatırımı olan ülke olurken Katar 2,7 milyar dolarla en çok yatırım yapan ikinci Körfez ülkesi olmuştur. Körfez ülkeleri arasında üçüncü sırada 2 milyar dolarla S. Arabistan gelirken Kuveyt 1,9 milyar dolarla dördüncü sırada yer almaktadır. Türkiye’de Körfez yatırımlarının yapıldığı en belirgin sektörlerin başında Türk bankalarına olan ilgisi gelmektedir. Körfez yatırımcılarının Türkiye’de 8 bankada sahipliği ya da ortaklığı bulunuyor. İlk üç banka arasında Katar sermayeli QNB Finansbank’ın aktif 198 milyon dolar, BAE’nin Emirates NBD’nin 122 milyon dolar, Suudi Arabistan sermayeli Türkiye Finans’ın 118 milyon dolar ile bulunmaktadır.
Kaynak: Katar Yatırımları ve Türkiye’nin Yeri
Son beş yılda Körfez ülkeleri arasında Türkiye’ye en çok yatırım yapan ülkelerin başında 1,8 milyar dolar ile Katar yer alırken, Katar’ı 342 milyon dolar ile Kuveyt ve 205 milyon dolar ile BAE takip etmiştir. 2017 yılından beri Türkiye’de faaliyet gösteren Dubai merkezli özel sermaye şirketi Abraaj Group, Temmuz 2017’de Türkiye’nin en büyük lojistik şirketlerinden biri olan Netlog’dan hisse satın aldıktan sonra Aralık ayında 104 restoranıyla hizmet veren KFC Türkiye’yi satın almıştır. Son 5 yıllık süreçte ise Katar Türkiye’de Körfez ülkelerinin doğrudan yatırımlarının yüzde 70’inden fazlasını yaptığı için dikkat çekmektedir. Katar ilk olarak 2013’te Alternatif Bank’ı satın alarak Türkiye’deki yatırımları ile gündeme gelmişti. 2013’te 469 milyon dolarlık yatırımı ile Türkiye’ye en çok doğrudan yatırım gerçekleştiren sekizinci ülke oldu. Ayrıca, Temmuz 2013’te Katar’ın ilk özel bankası The Commercial Bank, ABank’ın hisselerinin % 70,8’ini Anadolu Grubu’ndan satın almış ve 2016 yılında ise 222,5 milyon dolar karşılığında bankanın geri kalan hisselerini satın almıştı. Bankacılık sektöründeki yatırımlarını Finansbank’ı alarak sürdüren Katar, Körfez menşeli sermayenin bankacılık sektörüne olan ilgisini göstermektedir. Katar, ERGO Portföy ve Digitürk’ü satın aldıktan sonra Mado, Banvit, Ankas, Boyner ve BMC’de yatırım yaptı. Ayrıca, 2015’te Katarlı yatırımcı Kontes Beach Hotel Turizm şirketini 7,9 milyon dolara aldı. Katar’ın Türkiye’deki yatırımları özellikle 2017’de başlayan Katar ablukası sonrasında hızlanmıştır. 2017’de Körfez’den gelen yatırımların payı yüzde 3,4 seviyesindeyken, bu rakam 2018’de yüzde 7,9’a 2019’da yüzde 12’ye ulaştı.
Körfez yatırımları Türkiye’de bazı sorunlar da yaşadı. Bu sorunların başında gayrimenkul sektörü gelmektedir. Son yıllarda Türkiye’deki gayrimenkul satış durgunluğu ve yükselen demir fiyatlarının inşaat sektörünü yavaşlatması Körfezli yatırımcıların bekle-gör politikası izlemelerine sebep olmaktadır. Körfezli yatırımcılar TL üzerinden satın aldıkları mülkü birkaç sene içinde değeri yükselince tekrar TL üzerinden sattıkları satış yaparak para kazandıkları için TL’nin dolar karşısında sürekli değer kaybetmesi ve konut piyasasında arz fazlalığı olması zarar etmelerine sebep olmuştur. Körfez menşeli yatırımlar 15 Temmuz başarısız darbe girişimine kadar devam etmiştir. Bununla birlikte, ABD’nin Körfez sermayesine el koyma girişimi ve S. Arabistanlı yöneticilerin petrol dışı gelir için kendi ülkelerinde yatırım sahaları açma girişimleri gibi gelişmeler Türkiye’deki Körfez yatırımlarını orta ve uzun vadede etkileyebilir.
Kaynak: TCMB
Türkiye’de Körfez yatırımlarının karşılaştığı sorunlara bakıldığında Kasım 2005’te Dubai prensi Muhammed Raşid el-Makhtum ziyaretinde yapılmasına karar verilen ‘Dubai Kuleleri’ inşa sorunu gelmektedir. 2007’de Sama Dubai Holding CEO’su Fardan Faraduni kulelerin inşası için tahsis edilen arazinin İETT’ye ait olduğu gerekçesiyle İstanbul Mimarlar Odası tarafından dava açıldığını ve dava sonuçlanmadan 875 milyon dolar meblağındaki ön ödemeyi yapmayacaklarını açıklamıştır. Dönemin İBB Başkanı Kadir Topbaş ise satış kararının arkasında olduklarını açıkladı. İstanbul Mimarlar Odası’nın açtığı dava sonuçlanmadığı için bazı Körfez menşeli şirketler Türkiye’de yatırım yapma noktasında tereddüt etmiştir. Bununla birlikte, Körfez menşeli yatırımlar genel olarak devam etmiştir. Katarlı bir firma Sabah Gazetesi’nin hisse senetlerini alırken, 2005’te Dubai merkezli yatırımcılar gayrimenkul, banka ve sivil havacılık sektörlerine yatırım yapmıştır. Dubai İslam Bankası MNG Bank’ı 160 milyon dolar karşılığında satın almıştır. 2007’de Emirates Airline yüzde 25 büyüyerek yaklaşık 800 milyon dolar kâr etmiştir. Bunun yanında, Dubai merkezli Tamir Holding İstanbul’da 8 milyar dolar meblağında bir proje yapacağını duyurmuştur. BAE yanında Kuveyt menşeli yatırımlar da arttı. Kuveytli yatırımcıların bu dönemde İstanbul’daki Cevahir gibi AVM’lere yatırım yapmanın yanında Halkbank’tan önemli oranda hisse satın aldıkları görülmektedir. Ayrıca, Kuveyt’in Körfez ülkeleri içinde en büyük bankalarından biri olan Küresel Yatırım Kuruluşu (Global İnvestment House) Ülker şirketinin yatırım sorumlularından olan Fon Finansal Kiralama (Financial Lending Fund)’nın yüzde 60’lık hissesine 120 milyon dolar ödemiştir. Ancak, bir ay sonrasında Kuveytli şirket Türk hükümetinin yüzde 18’lik Katma Değer Vergisi’ni anlaşma doğrultusunda yüzde 1’e çekmediği için teklifini geri çektiklerini açıklamıştır. Sonuç olarak, belirsizlik ortamı veya sonradan yapılan değişiklikler yatırımları akamete uğratmıştır.
Türkiye’de Körfez menşeli yatırımların önündeki bir diğer engel Türkiye’de iç siyasetin kullandığı dildir. Bu dil özellikle Katar’ı hedef almaktadır. Kasım 2020’de İstanbul Borsası’nın Katar Yatırım Otoritesine devredilmesine ilişkin de CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu eleştirel bir dil kullandı. Bunun yanında devir işlemini kapalı satın alma usulüne göre yapıldığını iddia eden İYİ Parti, bu devir işleminin otoriter rejimlerin ürünü olduğu açıklamasında bulundu. Bununla birlikte, Katar’ın aldığı hisse 2015’te Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası’nın İstanbul Borsası’ndan aldığı yüzde 10’luk hisseden oluşmaktadır. Son olarak, CHP milletvekili Ali Mahir Başarır Tank Palet Fabrikasının yüzde 49 hissesinin Katar’a satışına ilişkin “satılmış ordu” ifadesini kullandı. Bu hususta Milli Savunma Bakanlığı bu fabrikanın mülkiyetinin ve yönetiminin Bakanlığa ait olduğunu ve işletme kısmında Katar’ın söz sahibi olduğunu duyurmuştu. Dolayısıyla, Türkiye’de Arap sermayesinin ve özellikle Katar’ın yatırımları siyasi partilerin oy kazanması adına iç siyaset malzemesi olmuştur.
4. Sonuç
2000 öncesi dönemde yetersiz teknik ve hukuki altyapı, siyasi istikrarsızlık ve terör sorunu Türkiye’de Doğrudan Yabancı Yatırımı artmasını engellemiştir. 2000 öncesi dönemde Körfez ülkeleri riski fazla olan direkt yatırımlardan uzak durup daha güvenli gördükleri likid yatırımlar yapmaktaydı. Körfez ülkeleri petrolden elde ettikleri gelirleri banka ve yatırım şirketleri üzerine yatırım yaparak kullanmışlardır. Bununla birlikte, Körfez menşeli yatırımlar sınırlı kalmıştır. Türkiye’de Körfez yatırımları AK Parti döneminde hızlı bir artış içine girmiştir. Bunda Türkiye’nin Ortadoğu’yu da önemseyen dış politika yönelimi etkili olurken, Körfez ülkelerinin petrol fiyatlarının yükselmesi gibi içinden geçtiği şartlar da etkili olmuştur. Türkiye’de Körfez menşeli yatırımlar 10 milyar doları aşmıştır. Ancak, Körfez menşeli ülkelerin dünyada 165 milyar dolarlık yatırımı içinde bu meblağ az bir yere sahiptir. Türkiye’de toplamda en çok yatırımı 4 milyar dolar ile BAE yaparken, BAE menşeli yatırımları Katar, Suudi Arabistan ve Kuveyt takip etmektedir. Ayrıca, Katar krizi esnasında Türkiye’nin Katar’a desteği nedeniyle Katar son beş yılda Türkiye’de en çok yatırım yapan Körfez ülkesi olmuştur. Son olarak, Türkiye’de Körfez yatırımlarının karşılaştığı engeller arasında bazı siyasi ve ekonomik sebepler yer almaktadır. Doğrudan Yabancı Yatırımlar uzun vadeli yatırımlar olduğu için Türkiye’de enflasyon oranlarının yüksek olması bu yatırımları olumsuz etkilemektedir. Ayrıca, Türk Lirasının Dolar karşısında sürekli değer kaybetmesi de bu yatırımları olumsuz etkilemektedir. Türkiye’nin inşaat sektörü dışında sanayi ve ziraat sektörünü merkeze alan yeni bir ekonomik model hayata geçirmesi yatırımları olumlu yönde etkilemesi beklenmektedir. Türkiye’nin beşeri sermayesi ve alt yapısı ve Katar’ın güçlü sermaye birikimi ile öne çıkması nedeniyle iki ülke birbirlerini tamamlayıcı özellikler taşımaktadır. Siyasi sebepler açısından Arap Ayaklanmaları sürecinde Türkiye’nin Suudi Arabistan ve BAE’den farklı pozisyon alması iki ülkenin Türkiye’deki yatırımlarını azaltmıştır. Bu nedenle, Türkiye’de DYY giriş ve çıkışları Ortadoğu’da oluşan bölgesel düzen ve Türkiye’nin bu düzende yer aldığı konuma paralel olarak gerçekleşmektedir. Son olarak, Türkiye’de muhalefet partilerinin Arap ve özellikle Katar yatırımlarını iç siyaset malzemesi olarak kullanmaları Türkiye’de Körfez yatırımlarının önündeki engeller biridir.
]]>Son yıllarda Türk dış politikası, ülke dışında askeri operasyonlar yürütmeye ve bunun için sınır ötesinde askeri üsler kurmaya yönelmesiyle keskin ve önemli bir dönüşe tanık oldu. Bu dönüşüm, Türkiye’yi; Libya, Katar ve Suriye gibi birçok ülkede bölgesel dengeyi yeniden kurarak; konumunun doğası gereği coğrafi, tarihi ve siyasi açıdan etkili aktörlerden birisi haline getirdi.
Türkiye’nin bölge ülkelerindeki bu askeri varlığı; son 5 yılda savunma sanayi alanında oluşan birikime dayanmaktadır. Özellikle insansız hava araçları teknolojisi ve savunma sanayi endüstrisi stratejisi sınır dışındaki bir dizi askeri operasyonda başarısını kanıtlamıştır. Türkiye’nin savunma sanayi alanındaki niteliksel gelişiminin detaylarını daha önce yaptığımız detaylı çalışmada inceleyebilirsiniz: Türkiye’de Savunma Sanayinde son 5 yılda yaşanan gelişmeler.
Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası askeri varlığı, Türk dış politikasındaki değişikliklerin doğrudan bir sonucudur. AK Parti liderliğindeki hükümet, son yıllarda komşularıyla dış politikada “sıfır sorun” stratejisini benimsemiştir. Türkiye 2014 yılına kadar izole halde kalmış, ardından Türk dış politikası ‘Mavi Vatan’ doktrini ile boyut değiştirmiştir. Mavi Vatan, Türkiye’nin hem diplomatik hem de askeri açıdan son dönemdeki dış hamlelerinin temelini oluşturan yeni bir jeopolitik tahayyüldür.
2016’daki başarısız darbe girişiminin ardından devlet yapısının kapsamlı bir şekilde yeniden yapılandırılması dahil olmak üzere, Türkiye’nin gerilemesinin önüne geçerek; bölgesel ve uluslararası bir oyuncu olarak rolünün güçlendirilmesine katkıda bulunan başka faktörler de vardır. Türkiye Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemine geçmiş ve Türkiye’nin çıkarlarını tehlikeye atan temel farklılıklar nedeniyle Batı ile ilişkileri düşük bir seyir izlemiştir. Batı’dan geniş destek alan Suriye Demokratik Birlikleri’ni (SDG) durdurmak gibi istekler, Türkiye’yi çeşitli askeri operasyonlara iterek, Suriye’nin kuzeyine askeri güç sevk etmesine yol açmıştır.
Bu çalışmada, son 5 yılda bölgede yayılan; önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası rolünü güçlendirecek ve yeniden belirleyecek olan Türkiye’nin askeri üslerini, bu varlığın stratejisini ve hedefini mercek altına alıyoruz.
2. 2015 Öncesinde Türkiye’nin Sınır Ötesi Askeri Operasyonları
2015 öncesinde Türk dış politikasının “sıfır sorun” politikası ve “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi uyarınca, Türkiye, NATO bünyesinde yapılan barış operasyonları dışında tek taraflı olarak herhangi bir sınır ötesi askeri harekata girişmemiştir: Türkiye’nin Kıbrıs Türklerinin haklarını ve güvenliğini korumak için Kuzey Kıbrıs’ı kontrol altına aldığı 1974 Kıbrıs Barış Harekatı müstesna. Adaya yönelik operasyonun ardından Kıbrıs’ta Türk askeri üssü kuruldu. Kuzey Kıbrıs’ın güvenliğini sağlamak için kurulan bu üste 30 ile 40 bin arasında Türk askeri bulunuyor ve Türkiye’nin sınır dışındaki en eski ve en büyük askeri üssü olarak biliniyor. Türkiye, şu anda dünyada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıyan tek ülkedir.
Ayrıca, NATO üyesi olduğu için örgüt bünyesinde yapılan barış operasyonlarında Türkiye’nin birçok ülkede yabancı askeri operasyonlarda katılımı olmuştur. Tablo-1’de Türk güçlerinin 2015’ten önce gerçekleştirdiği operasyonlar özetlenmiştir. Türkiye, Birleşmiş Milletler güçleri bünyesinde 1950’deki Kore Savaşı gibi bir dizi uluslararası askeri katılımı bulunmaktadır. Türkiye’nin askeri katılımları hakkında daha fazla ayrıntıyı Savunma Bakanlığı’nın internet sitesinde bulabilirsiniz.
Tarih | Askeri varlığın bulunduğu nokta | Uluslararası kurum | Katılımın amacı |
1950 | Kore | Birleşmiş Milletler | Kuzey Kore ve Güney Kore arasındaki savaşı durdurmak |
1999 | Kosova | Birleşmiş Milletler | Kosova’da güvenliği sağlamak |
2002 | Afganistan | Birleşmiş Milletler 2189 No.’lu karar | Afgan askeri yönetimini eğitmek, Hamid Karzai Havalimanı’nın güvenliğini sağlamak ve başkentte hükümete ait bir askeri oluşumu desteklemek. |
2004 | Bosna Hersek | Avrupa Birliği’ne bağlı Althea | Bosna Hersek’in güvenliğini sağlamak. |
2005-2006 | Kuzey ve Güney Sudan | Birleşmiş Milletler | Güvenliği sağlamak |
2006 | Lübnan | Birleşmiş Milletler | Barışı sağlamak |
Mali | Birleşmiş Milletler | Barışı sağlamak | |
Orta Afrika Cumhuriyeti | Birleşmiş Milletler | Barışı sağlamak | |
2006 | Kongo Demokratik Cumhuriyeti | Birleşmiş Milletler | Barışı sağlamak |
1990’lardan bu yana Türkiye, PKK’nın Irak’taki üslerine karşı onlarca sınır ötesi operasyon gerçekleştirmiştir. Harita-1’de gösterildiği gibi Kuzey Irak’ta daimi askeri noktaları bulunmaktadır. Çoğunlukla Irak sınırında yer alan bu üsler, 1980’lerde Türkiye ile Irak arasında yapılan karşılıklı bir anlaşma ile kurulmuştur.
3. 2015 Sonrası Türkiye’nin Gerçekleştirdiği Askeri Müdahalelerinin Gerekçeleri
2015’ten sonra Türk dış politikasında köklü bir değişiklik meydana gelmiştir. Bu da Türkiye’nin NATO şemsiyesi dışında, bireysel olarak uluslararası arenada bir dizi askeri müdahalesine yol açtı. Türkiye’nin müdahalede bulunduğu bu bölgeleri incelemeden önce; bu değişime katkıda bulunan gerekçeleri mercek altına alıyoruz. Türkiye’nin siyasi ve ekonomik çıkarlarını güvence altına alan savunma stratejisinin bir parçası olan bu değişim şu şekilde ayrıştırılabilir:
3.1 Terörle mücadele ve sınır güvenliğinin korunması
Türkiye, başta Suriye savaşı olmak üzere bölgesel istikrarı baltalayan çeşitli gelişmelerin ardından sınır ötesi askeri müdahalelerde bulunmak zorunda kaldı. Türkiye’yi bu operasyonlara iten en önemli sebeplerden biri de Türkiye-Suriye sınırında uzanan ABD ve Avrupa ülkelerinin desteklediği silahlı Kürt milislerinin ve Kuzey Irak’taki PKK varlığı. NATO, Rus Sukhoi uçağının düşürülmesi ve Patriot füze sisteminin Türkiye’nin güney sınırından çekilmesinin ardından sınır ötesi tehditlere karşı Türkiye’ye yönelik desteğini kesti. Bu gelişmeler, Türkiye’yi Ağustos 2016’dan itibaren Suriye ve Irak’ta DEAŞ, “SDG” olarak bilinen Kürt milisler ve PKK güçlerine karşı çeşitli askeri operasyonlar gerçekleştirmeye sevk etti.
3.2 ‘Mavi Vatan’ stratejisi
Türkiye, 2019 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıklanan ve Türkiye’nin açık denizlerdeki (Karadeniz, Akdeniz, Ege Denizi) kıta sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) haklarını korumayı amaçlayan “Mavi Vatan” stratejisini benimsemiştir. Bu strateji, Türkiye’yi donanma sanayini geliştirmek, karasularında askeri manevralar gerçekleştirmek, askeri güçlerini Doğu Akdeniz’de konuşlandırmak ve Libya tarafıyla bir deniz sınırlama anlaşması imzalamak için büyük adımlar atmaya teşvik etti.
3.3 Bölgesel rolün güçlendirilmesi
Türkiye’nin konumu; Avrupa ve Asya arasında köprü işlevi gören coğrafi konum olarak kabul edilir. Türkiye’nin bölgede dengeli bir rol üstlenmesi için gerekçeler şöyle;
Bu, Türkiye’nin çıkarlarını korumak ve bölgedeki doğal rolünü yeniden tesis etmek için bölgesel gelişmelere diplomatik ve askeri müdahaleler yoluyla katkıda bulunmasını gerektirmektedir.
3.4 Liman yatırımları
Türkiye, Afrika kıtasına açılma stratejisinin bir parçası olarak Libya, Cibuti ve Somali’de bir dizi stratejik limana yatırım yapmak istiyor. Son dönemde Türkiye, bölgesel ticarette önemli bir rol oynayan Afrika Boynuzu’ndaki en önemli limanlardan biri olma yolunda olan Cibuti ile yeni bir işbirliği anlaşması imzaladı. Bu anlaşma, liman işletmeciliği ve yönetimi, uluslararası denizcilik, seyrüsefer hizmetleri, gemi ve yat inşası ve eğitimi gibi alanları kapsayan Cibuti’deki Türk yatırımlarının yasal temelini oluşturmaktadır. Sözleşme 19 Şubat 2020 tarihinde imzalanmıştır. Milliyet gazetesine göre, iki taraf ikili ticareti daha da geliştirme, havacılık, demiryolları ve denizcilik sektörleri gibi diğer alanlarda ilişkilerini geliştirme ve Cibuti’de serbest ekonomik bölge kurma konusunda anlaştı. Albayrak grubu Somali’nin başkenti Mogadişu limanını 2014’ten beri işletiyor. Limanın işletmesi için Türk şirketine 20 yıllığına imtiyaz verildi, bu bağlamda şirket liman gelirinin yüzde 45’ini alacak.
3.5 Ekonomik çıkarlar
Türkiye, etki alanları içinde Türk ihracatına yeni pazarlar açmayı ve bölgesel iş birliğini de içeren kapsamlı bir işbirliği çerçevesinde, ekonomik kazanımlar için üslerini konuşlandırarak veya askeri güçlerini yurtdışına göndererek, kamu ve özel sektöre doğrudan katkıda bulunmayı ve serbest ticaret bölgeleri kurmayı hedefliyor. Türkiye İstatistik Kurumuna göre, Türkiye ile Somali arasındaki ikili ticaretin değeri 2017’de 144 milyon dolar iken 2019’da 206 milyon dolara yükseldi.
Türkiye ve Abdulhamid Dibeybe başkanlığındaki Libya Ulusal Birlik Hükümeti, çeşitli alanlarda 5 anlaşma imzaladı. Bu anlaşmalardan biri de Türk holding “Rönesans” tarafından Trablus Havalimanı’nda bir dış hatlar yolcu terminali inşa etmek için yapılan mutabakat zaptı oldu. Enerji alanında ise Aksa Enerji, elektrik santralleri inşası için bir sözleşme imzaladı.
Türkiye, Katar ile birçok alanda ticaret ve yatırım anlaşmaları imzaladı. Katar basını, Türk ithalatının değerinin son 5 yılda üç katına çıktığını yazdı. Türk inşaat şirketleri Katar’daki projelerin büyük bir bölümünü satın aldı. Katar’da da Türk Serbest Ticaret Bölgesi kuruldu.
Türkiye’nin enerji güvenliği açısından son 5 yıldaki değişimine ilişkin çalışmada da görüldüğü gibi Azerbaycan’dan ithal edilen gaz ve petrol ithalatının değeri yükselmiş, bununla birlikte ticaret alışverişinin ve yatırımların değeri de artmıştır. AYAM tarafından daha önce yayınlanan “Azerbaycan-Türkiye İlişkilerine Ticaret ve Enerji Kaynaklarının Etkisi” başlıklı çalışmada bu hususun detaylarına ulaşabilirsiniz.
3.6 Türk savunma sanayisinin gelişimi
Türk savunma sanayisi, 2015 yılından sonra kara savunma sistemini geliştirerek, tank, zırhlı araç ve mayın tarama gemisi üretiminde lider ülke konumuna geldi. Türk savunma sanayisi için küresel pazarda ün kazanan rekabetçi ALTAY MBT ve KAPLAN orta tankları gibi önemli araçlar yapıldı. Türkiye ayrıca Hisar-A alçak irtifa hava savunma füzesi gibi hava savunma sistemlerini de yurt içinde geliştirmiştir. Ancak Türk savunma sanayindeki en önemli gelişme, Baykar’ın ürettiği, istihbarat, gözetleme, keşif ve silahlı saldırı görevlerini icra edebilen, taktik savaş uçağı Bayraktar TB2 başta olmak üzere diğer insansız hava araçlarıdır. Bu uçak, kendi sınıfında yurt dışına ihraç edilen ilk uçak olma özelliği taşımaktadır. Bu tip uçaklar Türkiye’nin Suriye ve Libya’daki askeri operasyonlarında kullanılmıştır. Son olarak ise Azerbaycan güçleri, bu uçağı Karabağ bölgesindeki Ermeni kuvvetlerine karşı son çatışmasında başarıyla kullanmıştır.
Türk silahlarının dış operasyonlarda etkin bir şekilde kullanılması, Türkiye’nin askeri gücünün ve savunma sanayii alanındaki uluslararası rekabet gücünün bir göstergesidir.
4. Türk Askeri üsleri, Sınır ötesi Operasyonları ve Yapılan Anlaşmalar
Türk ordusu, NATO’nun en büyük ikinci ordusu olarak biliniyor. Daha önce Kıbrıs ve Kuzey Irak’ta sınırlı askeri operasyonlar gerçekleştiren Türkiye, buna ek olarak, NATO ve Birleşmiş Milletler çatısı altında sınır ötesi operasyonlara askeri katılım göstermiştir. Türkiye halihazırda bazı bölgelerde askeri varlığını sürdürmektedir. Bunun yanı sıra Suriye ve Libya gibi sahalar, Türkiye’nin NATO ve Birleşmiş Milletler şemsiyesi dışında askeri katılım gösterdiği başlıca arenalardır. Türkiye ile Irak arasında 1984 yılında imzalanan protokol kapsamında Irak’ta onlarca askeri gözlem noktası kurmuştur. Bu askeri gözlem noktalarını şu şekilde detaylandırabiliriz:
4.1 Askeri üsler
4.1.1 KKTC askeri üssü
Türkiye, 1960 tarihli Antlaşması (1960) uyarınca Kıbrıs Türklerinin güvenliğinin garantörlerinden biridir. Türkiye, 1974’te Kıbrıslı Türklerin haklarını ve güvenliğini korumak için bir askeri üs kurmuş ve güç oluşturmuştu. Türkiye, Kıbrıs’taki askeri varlığını, anavatanının güvenliği için bir gereklilik olarak görmektedir. Kıbrıs’taki askeri üs, sınır ötesindeki en eski ve en büyük Türk üssüdür.
4.1.2 Katar askeri üssü
Katar’daki Rayyan Türk askeri üssü, Katar Savunma Bakanlığı ile Türkiye Savunma Bakanlığı arasında 28 Nisan 2014 tarihli askeri işbirliği antlaşmasının imzalanmasıyla kurulmuştur. Bu üs Türkiye’nin Körfez bölgesindeki ilk askeri üssü olarak kabul edilmektedir. 7 Haziran 2017’de TBMM, iki ülke arasında ikili savunma kanunu taslağını onaylamıştı. İlk etapta Tarık bin Ziyad Tümeni’nin 94 üyesini barındıran üste sayı 200’e yükseldi. Üste Türk ordusunun 5 bin mensubu bulunuyor. 2015 yılında hizmete giren üsle ilgili Türk-Katar taktik tümeninin karargahının faaliyete geçmesiyle birlikte Katar’daki Türk askeri sayısının 500-600’e çıkacağı ifade edilmişti. Katar’da konuşlanan Türk askerlerinin asıl görevinin, Katar ordusunu eğitmek ve bölgenin maruz kalabileceği krizlerin çözümüne katkıda bulunması olarak belirtilmiştir. İki ülke arasında savunma alanında yapılan işbirliği anlaşmasının en önemli maddesi, Türk kuvvetlerinin Katar topraklarında konuşlanmasına, Katar topraklarında hava sahasını ve gerekli tüm altyapıyı kullanmasına izin veren maddedir.
İki ülke arasında imzalanan askeri anlaşmanın şartlarına göre, Türkiye’nin askeri bir saldırı durumunda Katar’ı savunması yasal olarak zorunlu değil. Bu anlaşma, Türkiye-Azerbaycan savunma anlaşması gibi değildir. Söz konusu anlaşma, taraflardan herhangi birinin herhangi bir dış saldırıya maruz kalması durumunda birbirini desteklemesini zorunlu kılan ve aynı zamanda Türkiye’nin de taraflarından biri olduğu NATO anlaşmasının bağlayıcı maddelerinden biridir.
Geleceğe ilişkin varsayımlarla ilgili olarak, Türkiye’nin NATO müttefiki olan Amerika Birleşik Devletleri’nin yükselen güç Çin ile karşı karşıya geleceği varsayılabilir. Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejik Planı’nda bunun gerçekleşeceği ifade edilmiştir. Bu nedenle ABD, Ortadoğu’da bulunan güçlerinin bir kısmını geri çekmeyi ve bu güçlerin mali kaynaklarını azaltmayı hedeflemektedir. Çin’in özellikle Güney Çin Denizi’ndeki yükseliş tehdidiyle karşı karşıya kalması ABD’yi bu adımı atmaya zorlamıştır. Buradan hareketle; Katar’daki Türk üssünün NATO müttefikinin Körfez’deki çıkarlarını korumasına katkı sağlaması muhtemeldir.
4.1.3 Irak
Suriye’den farklı olarak Türkiye, Musul şehri yakınlarındaki Başika’daki askeri üssü dışında Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile Irak topraklarında hiçbir alanı kontrol etmiyor. Bu üs, Musul’u DEAŞ’tan geri alma operasyonlarının ardından Kürt Peşmerge güçleri ve Sünni Arap savaşçıları eğitmek amacıyla 2015 yılında inşa edildi. DEAŞ’ın Musul’daki yenilgisinden sonra Irak merkezi hükümeti, Türkiye’nin Başika üssünü tahliye etmesini talep etti, ancak Türkiye bunu reddetti. Türkiye, Irak’ın bu talebine cevaben; üssün eski Musul valisinin talebi üzerine IKBY ile Türkiye arasında ortak bir anlaşma sonucunda inşa edildiğini belirtti. Irak merkezi hükümeti bugün hala Türkiye’nin Irak topraklarındaki askeri operasyonlarını durdurmasını talep ediyor, ancak Türkiye güvenliği için tehdit unsuru olan PKK hedeflerini vurmak için savaş uçaklarını Kuzey Irak üzerinde havalandırıyor ve güçlerini sınır üzerinden bölgeye gönderiyor.
4.1.4 Somali
Aralık 2012’de Türkiye, Somali yönetimi ile Somali ordusunu eğitme vaadi içeren askeri bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma bağlamında Mogadişu’daki Türk askeri üssü Ekim 2017’de açıldı. 4 kilometrekarelik alana yayılan üs, yurtdışındaki en büyük Türk askeri üssüdür ve inşası için 50 milyon dolar harcanmıştır. ‘Anadolu Kışlası’ olarak da adlandırılan Somali Türk Görev Kuvveti Komutanlığı’nda (STGK) yaklaşık 200 Türk askeri personel bulunuyor. Buradaki Türk askerlerinin görevi Somali’deki üssü korumak ve ordu askerlerini eğitmektir.
Harita-3’te gösterildiği gibi; Somali ile yapılan bu anlaşma, Türkiye’ye küresel deniz taşımacılığının birleşim noktalarından biri olan Aden Körfezi’nde (Bab’ül Mendeb Boğazı) stratejik bir varlık kazandırdı.
Somali, Türkiye’nin Afrika ülkelerine yönelik stratejisinde özel bir önceliğe sahiptir. Bunun nedenlerini şu şekilde sıralamak mümkündür:
4.2 Savunma işbirliği
4.2.1 Arnavutluk
Türkiye ile Arnavutluk arasında 1997 yılında Türkiye’nin tek deniz üssü olan Vlora kentindeki Paşalimanı Askeri Üssü’nü yeniden inşa etmek için askeri işbirliği anlaşması imzalandı. Üste konuşlanan 24 asker bulunuyor. İki ülke arasında imzalanan bu anlaşma, Türkiye’ye üssü kullanım hakkı tanıyor.
Şubat 2020’de Arnavutluk ve Türkiye, güvenlik ve savunma alanlarındaki iş birliklerini güçlendirmek için Savunma İşbirliği Planı’nı imzaladı.
4.2.2 Azerbaycan
Türkiye, 2010 yılında Azerbaycan ile 2011 yılında yürürlüğe giren Stratejik Ortaklık ve Karşılıklı Destek Anlaşmasını imzaladı. Anlaşma belgesinde NATO toplu savunma ilkesine benzer hükümler yer alıyor.
Anlaşmanın 2. maddesi, taraflardan birine silahlı saldırı olması durumunda, diğer tarafın kendisine, “askeri araçların kullanılması da dahil olmak üzere, Birleşmiş Milletler Meşru Müdafaa Sözleşmesinin 51. maddesi uyarınca destek sağlayacağını” belirtiyor. 7. ve 8. Maddeler, 2. Madde kapsamındaki ortak askeri operasyonlarda askeri komutalar, silahlanma, altyapı ve lojistik destek düzeyinde koordinasyona atıfta bulunuyor.
Bu anlaşmaya istinaden Türkiye, Dağlık Karabağ’daki savaşta Azerbaycan’ı desteklemek için askeri danışmanlarını göndermiş, askeri müdahalede bulunmuş ve çatışmalarda kullanmak üzere insansız hava araçlarını göndermiştir.
Türkiye ile Rusya arasında Azerbaycan’da “ortak ateşkes gözetleme merkezi” kurulmasına ilişkin tartışmalar sürerken, 17 Kasım 2020’de Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, Dağlık Karabağ’daki çatışma bölgesinden uzakta Azerbaycan’da askeri güç konuşlandırma yetkisi verdi. Bu bir yıllık yetki süresi, Cumhurbaşkanı’na Azerbaycan’daki askeri görevlerin zamanını, kapsamını ve ölçeğini belirleme yetkisi de vermiştir.
4.2.3 Sudan
Sudan’da Türk üssü kurma meselesi ilk kez, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Aralık 2017’de Sudan’ın eski Devlet Başkanı Ömer El Beşir iktidarda iken Sudan’a yaptığı ziyarette gündeme geldi. İki ülke, bu ziyarette askeri anlaşma imzaladı. Bu anlaşma bağlamında, Harita-5’te gösterilen; Kızıldeniz’deki Sevakin adasındaki 650 milyon dolarlık restorasyon Türkiye tarafından gerçekleştirilecektir.
2018 Kasım ayı başlarında, Savunma Bakanı Hulusi Akar, Sudan’a gerçekleştirdiği ziyarette Kızıldeniz’deki Sevakin Adası’na da gitti. Sudan haber siteleri, Akar’ın ziyaretinin amacının Sudanlı yetkililer ile adada askeri eğitim üssü kurulmasını görüşmek olarak yazdı. Sudan hükümeti, Ekim 2018’de Sudan ile Türkiye arasında askeri işbirliği ve eğitim antlaşmasının uygulanması konusunda adım atmaya karar vermişti. Yapılan anlaşmalar, Sudan’da yeni siyasi sistemin gelişiyle birlikte hala geçerliliğini korumaktadır.
4.3 Sınır ötesi askeri operasyonlar
4.3.1 Suriye
Suriye’deki savaş sürerken; Türkiye’nin Suriye’ye yönelik askeri katılımının öncelikleri, amaçları ve tabiatı değişmiştir. Savaşın ilk yıllarında Türkiye’nin temel önceliği Esad rejimini devirmek iken, PKK uzantısı milislerin SDG’yi kurmasıyla Türk hükümetinin odak noktası güneyinde bağımsız bir Kürt koridorunun oluşmasını engellemek olarak değişti. Aynı şekilde Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye gelişinin sınırlandırılması ve Suriye’nin kuzeyinde güvenli bölge oluşturulması da bu önceliklerden biri haline geldi. Bu hedeflere ulaşmak için Türkiye, Tablo-3’te gösterildiği gibi; Suriye muhalefet güçleriyle birlikte 2016 yılından bu yana 4 bölgeyi güvence altına almak için 4 farklı askeri operasyon gerçekleştirdi.
Tablo-3: Türkiye’nin Suriye’ye yönelik askeri operasyonları
Askeri operasyonun ismi | Operasyonun amacı | Operasyon tarihi |
Fırat Kalkanı | El-Bab kentini DEAŞ’lı teröristlerden temizlemek | 2016 |
Zeytin Dalı Harekatı | Afrin kentini PYD unsurlarından temizlemek | 2018 |
Barış Pınarı | Rasulayn ve Tel Abyad’daki PYD milislerini hedef almak | 2019 |
Bahar Kalkanı | İdlib bölgesindeki rejim güçlerini hedef almak | 2020 |
Türkiye, 2020’nin başından bu yana dikkatini Fırat’ın batısındaki bölgelere yoğunlaştırırken, özellikle de muhalefetin Suriye’deki son kalesi ve Türkiye ile Suriye rejimi arasında önemli bir tampon olan İdlib’e odakladı. Mart 2020’ye kadar Türkiye bölgede 20 bine kadar asker göndermiş ve basın kaynaklarına göre 10’dan fazla askeri gözlem noktası kurmuştu. Bu gözlem noktaları Harita-2’de gösterilmiştir.
4.2.3 Libya
Son dönemde Türkiye’nin sınır ötesi operasyon gerçekleştirdiği bir diğer ülke ise Libya. Libya’daki Türk askeri varlığı, Kaddafi’nin düşmesinden ve Libya savaşının patlak vermesinden 8 yıl sonra 2019’da gerçekleşti. Türk deniz ve kara kuvvetleri, silahlı İHA’larla Halife Hafter liderliğindeki Libya Ulusal Ordusu’nun saldırısını gelişmiş hava savunmasıyla püskürtmeyi başaran Ulusal Mutabakat Hükümeti’ne destek vermiş ve Halife Hafter’in tedarik hatlarını hedef almıştır.
Kaynaklar, Türkiye’nin Libya’da, biri Libya’nın batısındaki en önemli hava üssü olan Vatiyye üssünde olmak üzere iki üs kurmak için Ulusal Mutabakat Hükümeti ile görüşmelerde bulunduğunu kaydetti. Türkiye ise savaş sona erdiğinde Libya ile enerji ve inşaat anlaşmaları yapacağını duyurdu. Türkiye’nin Libya’ya müdahalesi, Doğu Akdeniz sularındaki çıkarlarıyla yakından ilintilidir. Dolayısıyla Türkiye’nin Libya’ya askeri katılımı, Doğu Akdeniz’deki MEB ve mevcut enerji kaynakları üzerindeki haklarını güçlendirme girişimi olarak görülebilir.
5. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki Askeri Manevraları
Doğu Akdeniz, deniz sınırı anlaşmazlığı alanı olarak kabul edilmektedir. Burada gaz ve petrol kaynakları için sondaj ve arama faaliyetleri yapılmakta ve Akdeniz’e sınırı olan ülkeler arasında askeri manevra sahası olarak bilinmektedir.
Türkiye son dönemde Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile tartışmalı bölgelerdeki açık deniz arama ve sondaj operasyonlarını yoğunlaştırdı. Bu operasyonlar, Harita-4’te gösterildiği gibi, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile arasındaki gerginliğin tırmanmasına yol açtı. Avrupa Birliği, bu meselede birliğin üyesi olan Yunanistan’ın yanında yer aldı.
Sonuç olarak, Türkiye diplomatik olarak harekete geçti ve Doğu Akdeniz’deki deniz sınırlarını belirlemek için iki anlaşma imzaladı:
İlk anlaşma: 2011 yılında Türkiye, sadece kendisinin tanıdığı Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Antlaşması’nı imzaladı.
İkinci anlaşma: 2019 yılında Türkiye, Libya ile Doğu Akdeniz’de iki ülkenin MEB’lerinin sınırlandırılmasına ilişkin bir mutabakat zaptı imzaladı. (Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Ulusal Birlik Hükümeti arasında imzalanmıştır). Harita-5’te Türkiye’ye göre Doğu Akdeniz’deki su sınırları gösterilmiştir.
Türkiye, savaş gemilerini; sismik araştırma ve keşif gemilerine eşlik etmek üzere göndererek su haklarının korunmasında aktif bir rol üstlenmiştir. Bu durum, başta Fransa olmak üzere Yunanistan ve Avrupa ülkeleri arasında tartışmalara yol açmıştır. Mavi Vatan doktrini çerçevesinde; Türkiye’nin su güvenliğini koruma stratejisi içinde yer alan Doğu Akdeniz, Türk dış politikasının en önemli öncelik ve kaygılarından biri haline gelmiştir ve Türkiye Doğu Akdeniz’de çeşitli askeri manevralar gerçekleştirmiştir.
6- 2015 Öncesi ve 2020 yılında Türk Askeri Operasyonlarının ve Üslerinin Özeti:
2015 öncesi | 2020 | |
Genel strateji | Sıfır sorun | Mavi Vatan |
Uluslararası çatı dışında gerçekleştirilen askeri operasyonlar | 1974 Kıbrıs Barış HarekatıKuzey Irak’taki PKK hedeflerine yönelik operasyonlar | 3 ülkede çoklu askeri operasyonlar: Suriye, Irak ve Libya |
Uluslararası güçler arasında askeri katılım | 3 katılım: Kosova Bosna Hersek Afganistan | – |
Sınır ötesindeki askeri üsler ve noktalar | Yalnızca 1 üs: KKTC | 5 üs: Katar IrakSomali Libya Suriye |
Türk yapımı silahların sınır ötesi operasyonlarda kullanılması | – | Geniş kapsamlı kullanım |
Uluslararası eğitim görevi | Afganistan | Katar Somali Libya |
Savunma işbirliği | Azerbaycan Arnavutluk | – |
7. Sonuç
Türkiye’nin savunma yeteneklerini son 5 yılda geliştirmesi, ordunun Suriye, Libya, Irak ve Azerbaycan gibi sınır ötesinde gerçekleştirdiği askeri operasyonlarda niteliksel bir fark yaratmıştır. Bu gelişme, Türkiye’nin yurt dışından silah ithalatına olan bağımlılığını azaltma çabasına hizmet etmektedir.
Buna istinaden Türkiye savunma sanayinde kendi kendine yeterliliği sağlamak için kademeli dönüşümü yoluyla sınır ötesi askeri girişimlerinde daha büyük bir özgürlük alanı kazanmıştır. Katar ve Somali gibi ulusal sınırlarının dışında askeri üsler kurmuş, güçlerini Libya ve Suriye’de konuşlandırmıştır. Azerbaycan ve Sudan’ın yanı sıra Suriye’deki bazı muhalif gruplara mühimmat, eğitim ve askeri destek sağlamıştır. Bu bağlamda, Türkiye’nin, 2015 öncesinde bazı ülkelerde NATO’nun uluslararası misyonu doğrultusunda; uluslararası barış güçlerinin bir parçası olarak bir dizi askerinin bulunması dışında, yurtdışında herhangi bir askeri üssü olmadığını belirtmek önemlidir.
Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki askeri girişimleri ve birçok ülkedeki askeri varlığı ile Türkiye, önemli bir pozisyona yükselmiştir. Suriye ve Libya gibi; garantör ülke ve çözüm bekleyen en kronik sorunların önemli taraflarından biri haline gelmiştir. Ayrıca Türkiye, Cibuti ve Somali’deki stratejik limanlara yatırım yaparak ve bu ülkelere ihracatını artırarak Afrika kıtasında ekonomisine yeni pazarlar kazandırabilmiştir.
Kaynakça
Dr. Mustafa Al-Wahaib
Anadolu Yakın Doğu Araştırmaları Merkezi
1. Giriş
Türkiye’de savunma sanayi, ordunun savunma kabiliyetlerinin artırılmasına katkıda bulunan hava, deniz ve kara kuvvetlerinin envanterine milli silahların de girmesiyle 2020 yılına kadar üretimde nitelikli bir gelişme ve büyümeye tanık oldu. Dünyanın birçok ülkesine ihracat ağını genişletmenin yanı sıra birçok Türk şirketi, dünyanın en iyi 100 şirketi arasına girdi. 7 Türk şirketi, savunma sanayi alanında yüksek kaliteli küresel rekabet listesine girdi. (Defense News sınıflandırmasına göre) Türkiye’nin en büyük savunma şirketi olan ASELSAN, dünyanın en iyi şirketleri arasında 52’nci sıraya yükseldi. Şirketin satış değeri 2.1 milyar dolara kadar ulaştı. Türk Havacılık ve Uzay Sanayii (TAI) olarak da bilinen TUSAŞ, 48. sırada yer alırken, BMC, Roketsan, STM, FNSS ve HAVELSAN aynı sıralamada ilk 100 şirket arasına girdi.
Bu şirketlerin başarısı, alanındaki uzmanlıkları ile bilimsel araştırmalarla geliştirilen optik ve elektronik görüntüleme teknoloji alanındaki çalışmalarına dayanmaktadır. Stokholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü’ne (SIPRI) göre Türkiye şu anda dünyanın en büyük 14. savunma silahları ihracatçısı konumundadır. Bu da toplam küresel ihracatın yüzde 1’ini oluşturmaktadır.
2. Türkiye’de Savunma Sanayisine İlişkin İstatistikler
Savunma Sanayii Başkanlığı’na (SSB) göre Türkiye, NATO standartlarına uygun hücum ve savunma silahlarını uluslararası rakiplerinden daha ucuza üretmek ve satmak için gereken teknolojiye sahiptir. Türkiye’nin silah ihracatı, başta zırhlı araçlar, gemiler ve deniz botları olmak üzere 2013-2019 döneminde önemli ölçüde artmıştır ve önümüzdeki yıllarda ihracatın artmaya devam etmesi beklenmektedir. Savunma İhracatçıları Birliği (SSI) ve Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM) tarafından açıklanan istatistiklere göre, Türk savunma sektörü ihracatı 2019 yılında 2018’e göre yüzde 34,6 artmıştır.
Türkiye, 2019 yılında dünya genelinde 164 ülkeye askeri ürünlerini ihraç etmiştir. Türk savunma sanayi ihracatında en büyük payı Amerika Birleşik Devletleri’nin olmuş, Avrupa Birliği ve Orta Doğu ülkeleri ise ABD’yi izlemiştir. Türk silah ihracatında 2019 yılında 2015’e göre önemli bir artış yaşanmıştır. Halen üretim aşamasında olan siparişlerin değeri yükselmiş, savunma sanayisinin gelişmesine ayrılan harcama hacmi de artış göstermiştir. Silah ihracatının Türk ekonomisine olan katkısı da artmıştır. Tablo-1’de 2015-2020 yılları arasında silah satışları için mali kaynakların büyüklüğü ile ilgili verileri mercek altına alıyoruz.
Tablodan şunu anlıyoruz: Türkiye’nin silah ithalat payı 2015’ten 2019’a bir önceki beş yıllık döneme göre yüzde 45’e, Türkiye’nin genel askeri teçhizat ithalatı ise yüzde 70’ten yüzde 30’a kadar düşmüştür. Savunma ve havacılık satış hacmi 2020’de 11 milyar dolara yükselmiş, 2002’de 56 olan Türk savunma şirket sayısı 2020’de 1500’e yükselmiştir. Sektördeki toplam çalışan sayısı yaklaşık 75 bine ulaşırken, 2020 yılına kadar 700 savunma projesi hayata geçirilmiş, 2015 ile 2020 yılları arasında yaklaşık 350 yeni projenin yapımına başlanmıştır.
Karşılaştırma yapmak gerekirse, 2002’de Türk savunma projelerinin bütçesi 5,5 milyar dolar iken 2020’de bütçe 60 milyar dolara ulaşmış ve 2002’deki bütçenin neredeyse 11 katına çıkarılmıştır.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türk silahlarının ilk 10 ithalatçısı şöyledir (29 Şubat 2020 itibariyle): Amerika Birleşik Devletleri (131.2 milyon dolar), Almanya (38.2 milyon dolar) ve Birleşik Arap Emirlikleri (1 milyon dolar), Hindistan (23.9 milyon dolar), Hollanda (16.3 milyon dolar), Katar (12.7 milyon dolar), İsviçre (12 milyon dolar), Suudi Arabistan (11.3 milyon dolar), Birleşik Krallık Birleşik Devletleri (8.6 milyon dolar) ve Azerbaycan (8.3 milyon dolar).
Tablo-2’de gösterildiği gibi; 2019 yılında kamu harcamaları ve ihracatında en büyük payı kara platformları ve sistemleri oluştururken, askeri ve sivil havacılık sektörleri ikinci sırada yer almıştır.
Savunma Sanayii Başkanlığı (SSB), Aralık 2019’da yayınladığı ‘2019-2023 Stratejik Planı’nda Türk savunma ve uzay sanayisinin yıllık satış hacminin 26.9 milyar dolara yükselmesinin hedeflendiği ifade edildi.
‘2019-2023 Stratejik Planı’nda da belirtildiği gibi, yerel sanayilere güven payının 2018’de yüzde 65 iken 2023 sonunda yüzde 75’e ulaşması beklenmektedir. Türk Askeri Sanayii Kurumu’na göre Orta Doğu ve Pasifik ülkeleri, Güney ve Orta Asya, özellikle Kuzey Afrika ve Latin Amerika ülkeleri ihracatın odaklanacağı alanlar olacak.
3. Türkiye Nasıl Dünyanın Önde Gelen Silah Üreticilerinden Biri Haline Geldi?
Türkiye savunma sanayisinin arzuladığı hedefler, 2014-2018 kalkınma planında açıkça ifade edilmiştir. Plan, Türkiye’deki savunma sisteminin yerel talebi sürdürülebilir entegre bir şekilde karşılaması çağrısında bulunurken; araştırma ve geliştirmeye yönelik faaliyetlerin artırılmasını öngören ulusal savunma sanayisi için rekabetçi bir altyapının gerekliliğini de vurgulamıştır. Böylece, savunma sanayinin belirli alanlarında uzmanlaşmış altyapı desteğinin de önemine işaret edilmiştir.
Türkiye’de savunma sanayinin inşası için gösterilen çabalar 70’li yıllara kadar uzanmaktadır. 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı’nın ardından Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’ye silah tedarikine yönelik ambargo koymuştur. Türk ordusunun askeri ekipmanını tedarik etmek için uzun süredir ve neredeyse tamamen NATO ülkelerine bel bağlamasının ve ambargo uygulandıktan sonra ülkenin birdenbire kendini tehlikeli bir pozisyonda bulmasının ardından; bu durum devlet için bir tehdit olarak kabul edilmiş ve milli savunma sanayinin gelişiminde bir dönüm noktası oluşturmuştur. Sonuç olarak; Türk hükümeti, yabancı tedarikçilere olan bağımlılığını azaltmak ve silahlı kuvvetlerin ihtiyaçlarını milli olarak karşılamak amacıyla, yerel Türk kabiliyetlerini askeri sanayi alanında inşa etme ve geliştirme kararı almıştır.
Son dönemde Türkiye, savunma sanayisinde 4 faktörün katkıda bulunduğu gelişmelere ve niteliksel değişimlere tanıklık etmiştir:
Birinci faktör: Türkiye’de devletin kapsamlı bir şekilde yeniden yapılandırılmasına yol açan 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi. Savunma Sanayi, Cumhurbaşkanlığına bağlanarak “Savunma Sanayii Başkanlığı” olarak yeniden yapılandırıldı.
İkinci faktör: Türkiye’nin sınırındaki tehditlere karşı düzenlenen operasyonların genişletilmesi. Ağustos 2016’dan bu yana Türkiye, başta Suriye ve Irak olmak üzere sınır ötesinde DEAŞ’a ve Suriye’deki PYD/PKK’ya karşı üç ana operasyon gerçekleştirmiştir.
Üçüncü faktör: Akdeniz, Suriye, Irak, Azerbaycan ve Libya gibi Arap ve bölge ülkelerindeki gelişmeler başta olmak üzere bölgede yaşanan son olaylar ve bunun sonucunda ortaya çıkan istikrarsızlık. NATO’nun, özellikle Türkiye’nin Suriye-Türkiye sınırında Rus Sukhoi uçağını düşürmesi olayında olduğu gibi karşı karşıya olduğu tehditlerde Türkiye’yi desteklemekten çekilmesi.
Dördüncü faktör: Türkiye’nin askeri bir caydırıcı güç olmadan bölgesel bir güç olamayacağının farkına varması ve Türk hükümetinin ulusal bir sanayi üssü geliştirmenin daha bağımsız bir dış politikanın temellerini oluşturmaya yardımcı olabileceği görüşünü benimsemiş olması.
Özetle; iyi gelişmiş bir savunma sanayi, Türkiye’nin bölgesel gücünün artırılmasına şu yollarla katkıda bulunabilir:
Birincisi; Türk Silahlı Kuvvetleri’ni milli silahlarla desteklemek.
İkincisi; Türkiye ile uluslararası taraflar arasında daha geniş bir siyasi-askeri iş birliğini sağlayarak silah ihracatı yapmak.
Türkiye, 21. yüzyılın son 10 yılında silah ithalatına yönelik olası ambargolara karşı koymak ve kendi kendine yeterliliğini artırmak için savunma sektörüne milyarlarca dolar harcadı. Bugün, Türkiye’nin milli savunma sanayi, devletin askeri ihtiyacının yüzde 70’ini karşılamaktadır. Bu oran 5 yıl öncesinde sadece yüzde 45 düzeyindeydi.
Savunma Sanayi Başkanlığı’na göre, Türkiye’nin silah sanayisinin gelişmesinin en önemli nedeni, devletin savunma projelerine 60 milyar dolarlık yatırım yaparak savunma sanayisinin yeniden canlandırılmasıdır. Devlet, hükümetin yeni düzenleyici tedbirleri kabul etmesi nedeniyle Türk savunma sanayisini 2053 yılına kadar yüzde 100 bağımsız hale getirmeyi, ihracat kapasitesini 50 milyar dolara çıkarmayı ve ihracatı artırmayı hedeflemektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a göre, Savunma Sanayi Başkanlığı, yeteneklerini geliştirmek, kaynak ayırmak ve verimliliğini artırmak için Türkiye Cumhurbaşkanlığı kurumları bünyesine dahil edilmiştir. Devlet diplomatlara Türk askeri teçhizatını yurtdışında pazarlama ve savunma ihracatı için yeni pazarlar yaratma görevi vermiştir.
4. Askeri Endüstrilerde Faaliyet Gösteren En Önemli Türk Şirketleri
2010 yılında, dünyanın en büyük 100 savunma şirketi listesinde yalnızca bir Türk şirketi vardı. Ancak şu an 7 şirket bu listede yer almaktadır. Bu sayı İsrail, Rusya, İsveç ve Japonya’nın şirket sayısından daha fazladır.
5. 2014-2020 Döneminde Türkiye’de Savunma Sanayi Alanındaki En Önemli Gelişmeler
Bir önceki maddede bahsedilen firmalar sadece Türk Silahlı Kuvvetlerinin ana tedarikçileri olmakla yetinmeyip, aynı zamanda uluslararası silah pazarında da aktif rol oynamaktadır. Mühimmatların tüm parçalarının Türkiye’de üretilmesine ek olarak; bu firmalar, Türk savunma sanayisinin geleceği için en önemli şey olan yabancı firmalarla endüstriyel ortaklıklara girmekte ve askeri alanda geniş bir yelpazede başarılar elde etmektedirler. Bu başarıları şöyle sıralamak mümkündür:
5:1. Havacılık ve hava savunma sektöründeki en önemli endüstriler
5:2. En önemli denizcilik araçları
5:3. Kara kuvvetleri silahlarının gelişimi
Türkiye, el yapımı patlayıcı cihazlar gibi tehditlerle başa çıkmak için kara ordularını zırhlı araçlarla donatmada ve kara operasyonları gerçekleştirmede dünyanın önde gelen ülkelerinden biri haline geldi. Türkiye’deki savunma sanayi, ana muharebe tanklarının yanı sıra zırhlı araçlar, paletli piyade savaş ve taşıma araçları üretiminde uzmanlaşmıştır. Bu silahlar FNSS, Otokar, BMC, Nurol Makina gibi yerel şirketler tarafından üretilmektedir. Bu silahlar dünya çapında çok çeşitli ülkelere ihraç edilmektedir. ALTAY MBT ve KAPLAN tankları, dünya pazarlarında rekabetçi olarak kabul edilen Türk savunma sanayisindeki en ünlü Türk silahları arasına girmiştir. Örneğin; tank imalatı sürecinde Türkiye, Almanya’dan motor ithal etmektedir. Ancak Almanya; Kuzey Suriye’ye müdahale konusundaki görüş ayrılığı nedeniyle Türkiye’ye bu ihracatını engellemişti.
5:4. Cephane endüstrisini gelişimi
Makina ve Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK); her tür, şekil ve büyüklükte askeri mühimmat üretimini geliştirdi. MKEK, daha önce ithal ettiği mühimmat içinde kullanılan patlayıcı maddeler için “RDX”, “HMX” ve “CXM” kimyasal formülleri üretecek. Kurum, bu mühimmatların kullanıldığı silahların üretiminin yanı sıra 5.56 mm’den 203 mm’ye kadar her boyutta mühimmat da üretmektedir. MKEK ayrıca savaş uçaklarından fırlatılan savaş başlıkları, füzeler, bombardıman uçakları ve bomba üretimi de yapmaktadır. Kurum, tüm bu mühimmat gruplarının endüstrisini tek bir yerde gerçekleştiren dünyadaki tek tesistir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 29 Nisan 2021’de yaptığı açıklamada, Türkiye’nin artık mühimmat ve hava bombardıman uçaklarının temin etmek için hiçbir ülkeye bağımlı olmadığını söyledi. Ordunun mühimmata muhtaç olduğu günlerden kendi kendine yetebilir hale geldiğini kaydetti.
6. Türkiye’de Silah Endüstrisinin Önündeki Engeller
Türkiye’nin iç askeri sanayisinde karşılaştığı en önemli engellerden biri: Türkiye’nin motor üretiminde diğer ülkelere bağımlı olması. Örneğin; tank üretimi sürecinde; Türkiye, Almanya’dan motor ithal ediyor. Ancak Almanya, Türkiye’nin Kuzey Suriye’ye müdahalesi nedeniyle motor ihracatını durdurmuştu. İnsansız hava aracı AKINCI’nın üretiminde Türkiye, Ukrayna’dan AI-450 Turboprop motorlarını almaktadır. Ancak Ukrayna Türkiye’nin sanayileşme sürecinin ve askeri teknoloji alışverişinin ortağı değil. Buna ek olarak, Türkiye, yeni pazarlara ve büyük yatırımları finanse etmeye ihtiyaç duymaktadır. Para biriminin değer kaybetmesi nedeniyle ithal edilen bazı ürünlerin maliyeti artmıştır. Türkiye bu amaçla savunma sanayisine yatırım yapmak için Katar ile ortaklık kurmuştur. Bu ortaklığın, Türkiye’nin savunma sanayisinin gelişimi için ihtiyaç duyduğu finansmanlığı sağlaması bekleniyor.
Bazı siyasi gelişmeler de Türkiye’nin gereksinim duyduğu teknolojik deneyimi elde edememesine neden olmaktadır. Nitekim; Türkiye’nin F-35 savaş uçağı geliştirme programından çıkarılması (Rus S-400 anlaşmasını imzaladıktan sonra) uçağın üretim döngüsü sırasındaki teknolojik deneyimden mahrum kalmasına yol açmıştır.
7. Türk Askeri Sanayisinin 2015-2019 Dönemindeki Gelişimin Objektif Karşılaştırması
2015 öncesi savunma sanayi | 2015 sonrası savunma sanayi | |
En iyi 100 savunma sanayi şirketi listesinde yer alan şirket sayısı (Defense News) | Yalnızca 1 şirket | 7 şirket |
İhraç edilen Türk silahlarının değeri | Yurtdışına yapılan Türk silah ihracatının değeri 1.9 milyon dolar | 2019 istatistiklerine göre yurtdışına yapılan Türk silah ihracatının değeri 3 milyon dolar |
Türk ordusunun milli sanayiye bağımlılık yüzdesi | Türk ordusunun milli sanayiye bağımlılığı, genel silahlanma oranının yüzde 30’unu oluşturuyordu | 2019’da Türk ordusunun milli sanayiye olan bağımlılığı yüzde 70’e yükseldi |
Donanma sanayisindeki gelişme | Donanma askeri endüstrileri oldukça sönüktü ve yerel ihtiyaçları karşılamıyordu. | Donanma sanayi, savaş ve sismik araştırma gemilerinin inşasında büyük bir gelişmeye tanık olmuştur. Türkiye, ürettiği gemileri dünyanın birçok ülkesine ihraç etmiştir. |
İnsansız hava araçları alanındaki gelişme | Drone projesi başlangıç ​​aşamasındaydı. | Drone teknolojisi üretildi ve kabiliyetleri geliştirildi. |
Milli askeri sanayiye yapılan harcama hacmi | Askeri endüstrileri geliştirmek için yapılan kamu harcamaları 4,9 milyar dolardı. | Askeri endüstrileri geliştirmeye yönelik yapılan kamu harcamaları 10,1 milyar dolara yükseldi. |
Sınır ötesi askeri operasyonlarda yerli silahların kullanılması | Türkiye, yerli üretim silahlarını kullanmadı. | Türkiye, kendi ürettiği silahları Suriye, Irak, Azerbaycan ve Libya gibi birçok uluslararası alanda kullanmıştır. |
8. Sonuç
Son dönemde Türk askeri sanayi alanında kapsamlı bir dönüşüm süreci yaşanmıştır. Özellikle 2016 yılındaki başarısız darbe girişimi sonrası savunma sanayinin Cumhurbaşkanlığı’na bağlanması ve ‘Savunma Sanayii Başkanlığı’nın oluşturulması bunda etkili olmuştur. Bu adımda, başkanlık sistemi sayesinde Savunma Sanayii SSB, ülkenin siyasi, endüstriyel ve askeri alanlarda tanık olduğu büyük dönüşümün kalbinde yer almış ve sivil sektörlerin yanı sıra Türkiye’de savunma stratejisi ve teknolojisi alanında da ülkenin ana kurumlardan biri olarak ön plana çıkmıştır.
Türkiye’nin ortaya koyduğu stratejik planlar, ülkenin savunma ve güvenlik teknolojilerindeki üstünlüğünü pekiştirdiği gibi bu üstünlüğü koruyacak sanayileşme, teknoloji ve tedarik programlarına yön vermiştir. Türkiye bu doğrultudaki programları uygulayarak yurt dışından ithalata olan bağımlılığını azaltmayı hedeflemiştir.
Türk firmaları Baykar ve TAI, muharebe özelliklerine ve teknolojisine sahip bir formda insansız hava araçları geliştirmeyi başarabilmiştir. Bu araçlar, kara savaşlarının hızlı, can kaybı ve maddi zayiat olmaksızın çözümlenmesinde daha etkili hale gelmiştir. Kara silahları alanında faaliyet gösteren Türk askeri sanayi şirketleri (tank, zırhlı araç ve mayın tarama gemisi gibi araçlarla) rekabetçi fiyatlara erişmiş ve yüksek bir gelişme düzeyine ulaşmıştır. 2019’da 3.5 milyar dolar ile Türkiye’nin askeri ihracatta ön sıralarda yer almasını sağlamıştır. Deniz askeri endüstrisi de kayda değer bir gelişmeye tanık olmuştur. İstanbul Deniz Gemi İnşa ve Ticaret Şirketi, sismik araştırma gemisi ORUÇ REİS’i ve Türkiye’nin en önemli deniz araçlarından olan TCG Anadolu amfibi hücum gemisini de üretmeyi başarmıştır. Türk Havacılık ve Uzay Sanayii Şirketi (TUSAŞ), yerli üretim ilk savaş uçağının test uçuşunu 2023 yılında cumhuriyetin kuruluşunun 100. yılında yapacağını duyurmuştur. Türk askeri sanayisinin gelişimi, öncelikle Türkiye’nin askeri sanayilerde motor geliştirme kabiliyetiyle ve yurt dışından silah ithal edilmesi ihtiyacının tamamen ortadan kaldırılmasıyla bağlantılıdır. Türkiye, şu anda milli motor üretme sürecindedir. Motorların yerel olarak üretilmesi için çalışmalar devam etmektedir. Araştırmanın yazıldığı tarih itibariyle, Türkiye’nin kendi kendine yeterlilik hedefine ulaşma ve bazı silah bileşenlerini yurt dışından ithal etme ihtiyacının giderilmesi için zaruri olan milli motor üretim süreci halen devam etmektedir.
Kaynakça
Dr. Mustafa Al-Wahaib
Anadolu Yakın Doğu Araştırmaları Merkezi
2002 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) iktidara gelmesiyle kapsamlı bir kalkınma sürecine giren Türkiye, dünyanın en büyük 20 ekonomisinden biri haline geldi. Bu durum Türkiye’nin sanayi ve teknolojik kalkınmasını sağlamak için yurt dışından enerji ithal etme ihtiyacını artırmıştır. Özellikle de nüfus artmaya devam ederken, enerji ihtiyacının Türkiye ekonomisi üzerinde yarattığı tüm baskılar da ikiye katlanmıştır.
Enerji sektörü, turizm, tarım, ulaşım ve lojistik gibi çoğu sektörlerle doğrudan bağlantılıdır. Uluslararası Enerji Ajansı’nın çalışmalarına göre, elektrik kullanımındaki artışla beraber Türkiye’de enerji tüketiminin de artış beklenmektedir. Bu nedenle Türkiye ekonomik büyümesini sürdürmek için enerji kaynaklarını çeşitlendirmek zorundadır. Türkiye enerji piyasaları iki ana özellik ile tanımlanabilir. İlk özellik artan taleptir. Uluslararası Enerji Ajansı’na (IEA) göre, Türkiye, IEA üye ülkeleri arasında en hızlı orta ila uzun vadeli enerji büyümesini yaşayacaktır.
İkinci özellik, ithalata bağımlılıktır. Türkiye’nin birincil enerji kaynaklarında ithalata bağımlılık oranı yaklaşık yüzde 70 civarındadır. Bu artan talebi karşılamak için Türkiye enerji piyasalarını geliştirmeye; büyük piyasa reformlarını uygulamaya, altyapısını geliştirerek ithalatında çeşitlilik sağlamaya karar vermiştir.
2. Türkiye’nin Enerji Güvenliği Politikası
Türkiye’de enerji güvenliğinin sağlanması, devletin siyasi, ekonomik ve sosyal güvenliği ile bağlantılıdır ve ülkenin yaşadığı gelişim ve kalkınma sürecinin devamı adına devletin ulusal güvenlik önceliklerinden biridir.
Türkiye’nin enerji politikası, ithalat kaynaklarının çeşitliliğini artırmaya, enerji sektöründeki yatırımları korumaya ve uluslararası bir koridor olarak gazın Türkiye topraklarından taşınmasında etkin bir rol oynamaya odaklanmaktadır. Türkiye, enerji güvenliğini sağlamada bir yandan Doğu ile Batı arasındaki diğer yandan da enerji kaynağı üreten ülkeler ve Avrupa Birliği’ndeki tüketici ülkeler arasındaki jeopolitik konumuna güvenmektedir. Türkiye enerji politikasını; ticaret fırsatları sunan, fiyat belirleyen, stokları ve boru hatlarını koruyan ve böylece enerji güvenliğine katkıda bulunan uluslararası bir merkez olarak belirlemektedir.
Türkiye’de nüfus artışı hızlanmaktadır. Bu da iç enerji talebinde artışa sebep olmaktadır. Dünya Enerji Konseyi tarafından derlenen 2018 Dünya Enerji Üçlü Endeksi’ne göre, “Enerji güvenliğinin derecesi, arz çeşitliliği açısından Avrupa Birliği’ndeki diğer ülkelere kıyasla Türkiye’de artmıştır.” Rapora göre 2018 yılında Türkiye’nin enerji güvenliği sıralaması 2019’a göre 15 sıra yükselmiştir.
3. 2015 öncesi ulusal enerji stratejileri ve politikaları
Türkiye’nin enerji altyapısının sağlam olmaması nedeniyle enerji güvenliği politikası büyük ölçüde boru hatlarından gelen ithalata bağımlı olmuştur. Örneğin, Türkiye, boru hatları üzerinden ağırlıklı olarak gaz ithal ediyordu; Türkiye’de 2000 yılından önce yalnızca iki gaz sıvılaştırma tesisi bulunduğundan, gaz sıvılaştırma, depolama ve nakliye altyapısı günlük tüketim için yeterli değildi. İthal sıvılaştırılmış gazın oranı, toplam ithalatın yalnızca yüzde 15’ini oluşturuyordu. Ek olarak, maksimum stratejik depolama kapasitesi, yıllık tüketimin yüzde 5’ine eşit olan yalnızca 3 milyar metreküpe tekabül etmekteydi. Bu miktar, ithatalatın tehlikeye girmesi durumunda yalnızca birkaç gün yetecek düzeydeydi.
Türkiye’nin enerji güvenliği, gaz ithalatının yarısından fazlasında Rusya’ya bağımlı olması nedeniyle tehdit altındaydı. Rusya’nın 2014 yılında Türkiye’ye yönelik doğalgaz ihracatı 26,9 milyar metreküp civarındaydı. Bu da toplam doğalgaz ithalatının yüzde 54,76’sını temsil etmektedir. Bu oranın yüzde 18,13’ünü İran, yüzde 12,33’ünü Azerbaycan, yüzde 8,48’ini Cezayir ve yüzde 2,8’ini Nijerya izlemektedir. Türkiye’nin doğalgaz arzında Rusya’ya aşırı bağımlılığı, Rusya’ya karşı dış politika yürütme kabiliyetini kısıtlamıştır. Bu da iki ülke arasında ortaya çıkabilecek herhangi bir krizde Türkiye’nin arzını tehlikeye atmıştır.
2014 yılında yenilenebilir enerji kaynaklarının genel enerji tüketimindeki payı yüzde 9,1’di. Şekil 1’de görüldüğü gibi, bu oranın düşük olmasının nedeni bu sektöre ilişkin üretilen projelerin yetersiz olmasıdır. (Rüzgar enerjisi, güneş enerjisi ve hidroelektrik enerjisi gibi).
Şekil-1’e bakıldığında, fosil enerji kaynaklarına bağımlılığın yüksek olduğu, yenilenebilir enerjiye bağımlılığın az olmasının yanı sıra, devletin elektrik enerjisi üretecek nükleer enerji için projeleri olmadığı gerçeği ortaya çıkmaktadır. Ayrıca devlet, karasularında gaz ve petrol kaynaklarının keşfi açısından kayda değer bir araştırma ve keşif çalışmaları yürütmüyordu.
4 – Türkiye’deki enerji kaynakları haritası
Türkiye’de tüketim oranı yıllık yüzde 3 ila yüzde 8 arasında artış göstermektedir. Zira Türkiye, sürekli ekonomik ve teknolojik gelişme aşamasında olan bir ülkedir. Bu nedenle devlet, kalkınma sürecini garanti altına alan istikrarlı enerji güvenliğini sağlamak için mevcut tüm fırsatlardan yararlanmaya çalışmaktadır. Şekil-2’de görüldüğü gibi, Türkiye enerji üretimi için tüm doğal kaynakları hedef almaya çalışmıştır. Çünkü Türkiye, politikasını kendisi için daha güçlü enerji güvenliği sağlayacak enerji kaynaklarının optimum kullanımına yönelik düzenlemiştir.
5. Yenilenebilir Enerji
Türkiye birçok yenilenebilir enerji kaynağına sahiptir. Bu kaynaklar, sürdürülebilir enerji kaynaklarını güvence altına alınmasına katkı sağlar. Ülke, kömür, doğalgaz ve bazı nükleer yatırımların yanı sıra artan ihtiyacı karşılamak, ithalata bağımlılığı azaltmak ve enerji güvenliğini artırmak için çeşitli stratejiler üzerinde çalışmaktadır.
Güneş, rüzgar enerjisi ve su kaynaklarından bol miktarda yenilenebilir enerji kaynağına sahip olan Türkiye’de, yenilenebilir enerjinin; enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesindeki rolü büyüktür. Tablo-1’de yenilenebilir enerjilerin elektrik üretimine katkısındaki artışı gösterilmektedir.
Yıl | Üretime katkısı |
2015 | %31.9 |
2016 | %32,9 |
2017 | %29.3 |
2018 | %32 |
2019 | %43.5 |
Tablo-1: yenilenebilir enerjilerin elektrik üretimine katkısındaki artış
6. Türkiye’deki kömür rezervleri
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Türkiye’nin uluslararası arenada orta düzeyde kabul edilen kömür rezervlerine sahip olduğunu açıkladı. Türkiye’deki kömür rezervi, küresel rezervin yaklaşık yüzde 0,6’sına tekabül eden 18,5 milyar tondan oluşuyor. Kömür, elektrik ve çelik üretiminde önemli bir malzeme olarak kullanılıyor. Kömür, Türkiye’de kısa ve orta vadede kalkınma ve enerji planlarında önemli bir rol oynamaktadır. Tablo-2, Türkiye’nin yıllık kömür tüketimini göstermektedir.
Yıl | Yıllık tüketim (bin ton) |
2015 | 58.5 bin ton |
2016 | 73 bin ton |
2017 | 74 bin ton |
2018 | 83.9 bin ton |
2019 | 87 bin ton |
Tablo-2: Türkiye’nin yıllık kömür tüketimi
7. Türkiye’nin yıllık doğal gaz ithalatı
Türkiye’nin doğalgaz tüketimi 2017 yılında 53,9 milyar metreküpe ulaştı, ardından 2018 ve 2019’da azaldı. Tablo-3’te gösterildiği gibi, gaz tüketimi 2018’de yüzde 8,6, 2019’da ise yüzde 8 azaldı. 2020 yılının ilk 7 ayını bir önceki yılın aynı dönemiyle karşılaştırdığımızda, doğalgaz tüketimindeki düşüş eğiliminin devam ettiği görülmektedir. Bu düşüş eğiliminde Covid-19 salgını, doğalgaz santrallerinin üretimindeki değişiklikler ve kaydedilen sıcaklıklardaki iklim değişikliklerinin rol oynadığı varsayılabilir. Gaz ithalatı 2017 ve 2018’e göre yüzde 14 ve yüzde 4 oranında azalmıştır. Yunanistan ve Bulgaristan’a yapılan gaz ihracatı ise 2018 yılına göre yüzde 13,3 artarak 763 milyon metreküpe ulaştı.
Evlerde tüketilen doğal gaz miktarı 2019’a göre yüzde 14 artışla 14,4 milyar metreküpe ulaşırken, 2020’nin ilk yedi ayında doğalgaz tüketimi bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 3,5 azaldı. Korona salgını nedeniyle hizmet sektörü, petrol rafinerileri, kimya sektörü ve dönüşüm sektörlerine olan talepte de düşüş yaşandı.
Yıl | İthal edilen miktar (milyar metreküp) |
2015 | 48 milyar metreküp |
2016 | 46 milyar metreküp |
2017 | 53.9 milyar metreküp |
2018 | 49.7 milyar metreküp |
2019 | 44.8 milyar metreküp |
Tablo-3: Türkiye’nin yıllık doğalgaz ithalatı
Türkiye’de enerji değerlendirmelerine dahil olan EPDK’nın verilerine göre, Türkiye’nin LNG ithalat hacmindeki payı her geçen yıl artmaktadır ve 2019 yılında bu oran yüzde 28 seviyesine ulaşmıştır. 2020’nin ilk yedi ayında LNG’nin payı 2018’in aynı dönemine göre yüzde 41 artış gösterirken, bu oran 2017’nin tamamındaki LNG ithalatının üstündedir. Şekil-3, 2015 yılından bu yana LNG ithalatındaki artışı göstermektedir.
LNG ithalat oranındaki artış, Türkiye’de doğalgaz arz güvenliğinin sağlanmasına önemli ölçüde katkıda bulunan gaz depolama ve sıvılaştırma alanındaki çeşitli gelişmelerden kaynaklanmaktadır. Türkiye, son 5 yılda depolama sürecini genişletmiş ve yaklaşık 5,5 milyar metreküp depolama kapasitesine ulaşmıştır. İlk yapılan LNG terminalleri şöyle: birincisi; Marmara Ereğlisi, ikincisi; Ege Gaz- 2006, üçüncüsü; 2016’da inşa edilen Etki Liman, dördüncüsü, BOTAŞ. 2017 yılında faaliyete geçen Yüzer LNG Depolama ve Gazlaştırma Ünitesi BOTAŞ sıvılaştırılmış doğalgazın depolanması ve iletim hatlarına taşınması amacıyla kurulmuştur. Hükümet ayrıca, Türkiye’deki envanteri yıllık gaz tüketiminin yüzde 20’sine çıkaracak büyük bir depolama tesisi inşa etme sürecindedir.
2010-2017 yılları arasında Rusya’nın Türkiye’ye doğal gaz ithalatındaki payının ortalama yüzde 54 olduğu, ancak Tablo-4’te gösterildiği gibi 2018’in başından itibaren Rusya’dan ithalatın azalmaya başladığı belirtilmektedir.
İthal edilen ülke | 2015 | 2016 | 2017 | 2018 | 2019 |
Rusya | %56 | %52.9 | %51.9 | %46.9 | %33 |
İran | %16 | %16.6 | %16.7 | %15.6 | %18 |
Azerbaycan | 11 | 14 | %11.8 | %14.9 | %21 |
Cezayir | %8 | 9.2 | %8.4 | %9.1 | 12.5 |
Nijerya | %3 | %2.6 | %2.4 | %4.3 | 3.8 |
Katar | %4 | %2 | %2.8 | %5.9 | %6 |
Tablo-4: Türkiye’nin doğalgaz ithalat kaynakları
Türkiye 2019 yılında Azerbaycan’dan 9,6 milyar metreküp gaz ithal etmiştir. Bu rakam, Azerbaycan’ın Türkiye’ye yaptığı ihracatta bu zamana kadarkilerin en yükseği olarak kaydedilmiştir. 2020’nin ilk 7 ayında da Azerbaycan’ın payında yüzde 23’lük bir artış kaydedilirken, aynı dönemde Rusya ve İran’dan yapılan doğalgaz alım hacmi ve bu iki ülkenin 2018 yılının aynı dönemine göre ülkenin toplam ithalat içindeki payı azalmıştır.
Rakamlar üzerinden değerlendirme yapılırsa; Türkiye’nin Rusya ile arasındaki bazı siyasi anlaşmazlıklar nedeniyle (Suriye, Libya, Karabağ, Karadeniz güvenliği) Rusya’dan yaptığı gaz ithalatını azaltması olası bir durumdur. Bu meselelerdeki görüş ayrılıkları Rusya’yı Türkiye’ye gaz ihraç etmeyi bırakmaya itebilir. Nitekim Rusya, 2008’de Doğu Avrupa ülkeleri ve Gürcistan’a gaz ihraç etmeyi bırakmıştı. Türkiye’nin Rusya’dan ithal ettiği gazı azaltmasında özellikle Trans-Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı’nın (TANAP) başlamasıyla birlikte tedariki çeşitlendirme çabaları da dahil olmak üzere başka nedenler de bulunuyor. Bu nedenle Rusya’dan ithal edilen gaz miktarının azalması, Azerbaycan ve diğer LNG ihraç eden ülkelerin paylarını (Katar, Cezayir) arttırmıştır.
8. Türkiye’de petrol sektörü
Ortalama olarak, Türkiye’deki petrol tüketimi Türkiye’nin toplam enerji tüketiminin yüzde 30’unu oluşturmaktadır. Türkiye’nin ham petrol üretimi yılda yaklaşık 2,5 milyon ton olup, petrol rezervleri 324 milyon varildir ve bu rezervler güneydoğu bölgesinde bulunmaktadır. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) petrol arama faaliyetleri gerçekleştirmektedir. Ayrıca Tablo-5”de gösterildiği gibi petrol ihtiyacının yüzde 90’ından fazlası ithalatla karşılanmaktadır.
Yıl | Yıllık petrol ithalatı(milyon ton) |
2015 | 43.3 milyon ton |
2016 | 47 milyon ton |
2017 | 49.3 milyon ton |
2018 | 47.4 milyon ton |
2019 | 47.9 milyon ton |
Tablo-5: Türkiye’nin yıllık petrol ithalatı
2018 yılında İran’dan ham petrol ithalatı, ABD yaptırımları nedeniyle önceki dönemlere göre azalmıştır. 2019’un son altı ayında ve 2020’nin ilk sekiz ayında İran’dan petrol ithalatı gerçekleşmemiştir. Tablo-6’da yer aldığı gibi, Rusya ve Irak’ın petrol ürünleri ithalatından payları, 2019 yılında artış göstermiştir.
Ülke | 2015 | 2016 | 2017 | 2018 | 2019 |
İran | %20 | %17 | %45 | %34 | %5 |
Rusya | %11 | %19 | %8 | %9 | %34 |
Irak | %41 | %23 | %27 | %32 | %31 |
Suudi Arabistan | %9 | %6 | %7 | %8 | %6 |
Kazakistan | %3 | %3 | %2 | %6 | %10 |
Tablo-6: Türkiye’ye petrol ithal eden ülkeler ve ithalat oranları.
9. 2015-2020 arası Türkiye’nin enerji güvenliğini sağlama alanındaki projeleri
9:1. Akkuyu Nükleer Santrali İnşaatı
Türkiye enerji kaynaklarına nükleer enerjiyi eklemeyi planlamaktadır. 1970’ten bu yana bir nükleer santrali işletme planı geliştiren Türkiye’nin ekonomik büyüme hedeflerinin önemli bir kısmını nükleer enerji planları oluşturmaktadır. Yakın tarihte, Türkiye Rusya ile 4 bin 800 MW üretecek nükleer santral inşa etmek için bir anlaşma imzalamıştır. Türkiye’deki ilk nükleer santralin inşaatına Nisan 2018’de başlanmıştır. Aynı zamanda Fransız-Japon ortaklığında bir nükleer santralin Sinop’ta kurulması beklenmektedir. Üçüncü tesis ise Çin tarafından inşa ediliyor ve Çin’in ayrıca uranyum madenciliği projesini gerçekleştirmesi planlanmaktadır.
Akkuyu Nükleer Santrali olarak anılacak ilk nükleer santralin inşası için Mersin’in Akkuyu İlçesi seçilmiştir. Akkuyu Yap-Sahip Ol-İşlet modeline göre tasarlanmış olup, 4 ünitede toplam 4 bin 800 MW kapasiteye sahiptir. İlk ünitenin 2023 yılında faaliyete geçmesi planlanmaktadır. Nükleer enerji sektörünü düzenlemek için yeni bir düzenleme organı oluşturulmuştur. Santral Tablo-7’de gösterildiği gibi inşa edilecek ve işletilecektir.
Nükleer santral ismi | Yapımına başlanan tarih | Bitiş ve santralin faaliyete geçme tarihi |
Akkuyu 1 | 2018 | 2023 |
Akkuyu 2 | 2020 | 2024 |
Akkuyu 3 | 2021 | 2025 |
Akkuyu 4 | 2022 | 2026 |
Tablo-7: Yapım aşamasında olan nükleer santraller
9:2. TANAP boru hattının faaliyete başlaması
2020 yılında Türkiye ve Azerbaycan, Azerbaycan’daki Şah Deniz sahasından başlayarak Gürcistan topraklarından Türkiye’ye uzanan TANAP boru hattını açmıştır. Yunanistan sınırında, Edirne’nin İpsala bölgesinde, Avrupa’ya gaz taşıyan TAP boru hattına bağlanacak olan TANAP, halihazırda faaliyete geçmiş olup, ilk gaz 2020 yılında Türkiye’ye pompalanmıştır.
Bu proje Türkiye’nin enerji güvenliğini artırmak için ülkeye önemli bir kaynak çeşitliliği getirmektedir. Aynı zamanda, Türkiye kendi topraklarından geçen yıllık gaz geçiş gelirlerinden ekonomik kazanımlar elde edecektir. Proje, Türkiye’nin bölgesel bir gaz ticareti merkezi olma isteğinin güçlenmesine katkıda bulunmaktadır. Azerbaycan ve Türkiye, bu projenin kurulum aşamasında Petkim’de rafineri projesinin temelini atmıştır.
9:3. Karadeniz’de doğalgaz keşfi
21 Ağustos 2020 tarihinde Türk sismik gemisi Oruç Reis’in araştırmaları sonucu, Batı Karadeniz’in Tuna-1 bölgesinde, 1 numaralı haritada gösterilen alanda 320 milyar metreküp civarında doğalgaz rezervi keşfedilmiştir. Bu keşiften yaklaşık iki ay sonra 17 Ekim 2020’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, o bölgede keşfedilen doğalgaz rezervinin 85 milyar metreküp daha arttığını ve toplam miktarın 405 milyar metreküpe çıktığını açıkladı. Oruç Reis sismik gemisi, Fatih, Yavuz, Kanuni sondaj gemileri ile birlikte Karadeniz’de ve Doğu Akdeniz’de keşif faaliyetlerine devam etmektedir.
Keşfedilen doğalgazın yüksek kaliteli ve “kuru gaz” olarak adlandırıldığı, zararlı maddeler içermediği ve üretim aşamalarının daha kolay olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle tüketim amacıyla gaz çıkarmak ekonomik olarak uygun bir yatırım olarak kabul edilmektedir. Enerji Bakanlığı’na göre keşfedilen sahada üretim 2023 yılında başlayacaktır. Yıllık üretimin 10 milyar metreküp olduğu tahmin edilirken, bu rakamın Türkiye’nin doğalgaz talebinin yüzde 16-20’sini karşılaması beklenmektedir.
Türkiye’nin bazı doğalgaz anlaşmaları 2021’de sona erecektir. Bu nedenle, keşfedilen rezervler, gelecekteki anlaşmalar için Türkiye’nin pozisyonunu güçlendiren bir faktör olabilir. Herhangi bir petrol veya gaz rezervi keşfi, Türkiye’nin enerji güvenliğini destekleyecektir ve büyük bir rezerve ulaşılması durumunda, bu, bölgede ezber bozan bir unsur haline gelecektir. Gerçekleşen ve gerçekleşme potansiyeli olan keşiflerin dış ticaret dengesinin iyileştirilmesi ve döviz ihtiyacının azaltılması gibi olumlu ekonomik yansımaları olacağı gibi, kuşkusuz, Türk dış politikasının daha bağımsız hareket etmesinde de belirleyici bir faktör olacaktır.
9:4. 2017-2023 Ulusal Enerji Verimliliği Eylem Planı
01/02/2018 tarihinde yürürlüğe giren Enerji Verimliliği Ulusal Eylem Planı (2017-2023) Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından geliştirilmiştir.
2017-2023 döneminde bina, hizmet, enerji, ulaşım, sanayi, teknoloji ve tarımı kapsayan çeşitli projeler hayata geçirilecek ve 2023 yılında Türkiye’de enerji tüketiminin yüzde 14 azaltılması için çalışmalar yapılacaktır. Plan, 55 faaliyetten oluşmaktadır. 2023 yılına kadar 23,9 milyon ton enerji kaynağı biriktirilmesi ve enerji sektörüne 10,9 milyar dolarlık yatırım yapılması beklenmektedir. Planla 2017-2023 yılları arasında beklenen toplam mali tasarruf miktarı 8,4 milyar dolar olarak hesaplanmıştır.
9:5. 2023 stratejisinin geliştirilmesi
Türk hükümeti, Enerji Bakanlığı aracılığıyla, enerji sektörü için bir eylem planı önermiştir. Bu plan şu stratejileri içermektedir:
Türkiye, doğalgaz altyapısında önemli açılımlar gerçekleştirmiştir. Silivri ve Tuz Gölü olmak üzere toplam 5,4 milyar metreküp kapasiteli iki yer altı depolama tesisine sahiptir. Türkiye yer altı depolama kapasitesini genişletmek için yatırımlar yapmaya devam etmektedir. Türkiye ayrıca doğalgaz depolama kapasitesini yıllık tüketiminin en az yüzde 20’sine çıkarmayı hedeflemektedir.
2018 yılında, ithal edilen gazı tekrar kullanılabilir gaza dönüştürmek için iki tesis inşa edildi. İki LNG terminalinin genişletilmesiyle birlikte toplam LNG enjeksiyon kapasitesi günde 117 milyon metreküpe ulaştı. Türkiye, doğalgaz hatlarının iletim kapasitesini günde 300 milyon metreküpün üzerine çıkarmanın yanı sıra, gelecekteki açılımlarla günde 400 milyon metreküpe kadar ulaştırmayı hedeflemektedir.
10. Türkiye’de enerji güvenliği alanında karşılaşılan engel ve zorluklar
Türkiye, enerji güvenliği bağlamında hala büyük zorluklarla karşı karşıyadır. Bunun nedeni, petrol ve doğalgaz konusunda neredeyse tamamen dışa bağımlı olmasıdır. Bu bağımlılık, Türk dış politikasını değişik alanlarda olumsuz bir şekilde etkileyebilir. Nitekim, Rus uçağının düşürülme olayında Rusya gazı kesebilirdi. Türkiye doğalgaz ithalatının yüzde 53’ünü petrol ithalatının ise yüzde 19’unu Rusya’dan gerçekleştirmektedir.
Türkiye bugün hala enerji güvenliğini artırmak için gaz ve petrol rezervlerini keşfetme konusunda engellerle yüzleşmektedir.
Bu zorluklardan biri de rüzgar, güneş ve hidroelektrik enerji gibi yenilenebilir enerji alanına yatırım çekmektir. Zira bu kaynaklardan yararlanmak için gereken teknolojik altyapı, işletme ve bu projelerin finanse edilmesi oldukça yüksek maliyetlere sahiptir.
Son dönemde Türkiye elektrik enerjisi ihtiyacının bir kısmını karşılamak için nükleer santral inşa etme eğilimine girmiştir. Yenilenebilir enerjiye kıyasla maliyeti daha düşük olan nükleer santraller, herhangi bir hata yapılması halinde çevresel risk faktörü haline gelebilir.
11. Türkiye’de 2015 öncesi ve 2020 enerji güvenliğinin objektif karşılaştırması
2015 öncesi Türkiye’de Enerji Güvenliği | Türkiye’de 2019-2020 yılları arasında Enerji Güvenliği | |
Alt yapı | Türkiye’de sadece iki gaz sıvılaştırma tesisi olduğu için alt yapının geliştirilmesi gerekiyordu. İthal edilen LNG oranı %15’ti. | Türkiye, iki gaz sıvılaştırma tesisi daha kurarak altyapının geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapmış, istasyonların toplamı 4, ithal edilen gazın oranı ise %28 olmuştur. |
Stratejik rezervler | Stratejik gaz rezervinin maksimum kapasitesi, yıllık tüketimin %5’ine eşit olan 3 milyar metreküp civarındaydı. | Tuz Gölü projesinin 5,4 milyar metreküp gaz depolaması önerildi ve projenin inşaatı 2022’de tamamlanacak. Böylece depolanan toplam miktar, yıllık tüketimin %20’sini oluşturacak. |
Enerji güvenliği düzeyi | Türkiye’de enerji güvenliği son derece tehlike altındaydı, zira Türkiye doğalgaz ithalatında %57 oranında Rusya’ya bağımlıydı. | Türkiye’nin enerji güvenliğini sağlama konusundaki sıralaması, ithalatta çeşitlenme sağladıktan sonra yükselmiş ve Rusya’dan ithalatı %33’e düşmüştür. |
Yenilenebilir enerji gelişmeleri | Yenilenebilir enerjilerin üretime katkısı %9,2 idi. | Türkiye, yenilenebilir enerji üretiminde %15,6’ya ulaşarak büyük bir gelişmeye tanık olmuştur. |
Arama ve keşif faaliyetleri | Türkiye karasularında gaz ve petrol araması yapmıyordu. | Yerli gemiler ile arama ve keşif faaliyetleri yapılmış, Karadeniz’de önemli bir gaz kuyusu keşfedilmiştir. (Aramalar devam etmektedir.) |
Nükleer enerji | Ülkenin nükleer santrali yoktu. | Türkiye’nin ilk nükleer santralinin inşa süreci başlamıştır. |
12. Sonuç
2015’ten önce, Türkiye’nin enerji güvenliği, enerjiyi güvence altına almak için sınırlı dış kaynaklara sahipti. Yapılan enerji ithalatını depolamak ve işletmek için ihtiyaç duyulan altyapının oluşmasında yaşanan temel zorluklarla karşı karşıyaydı ve stratejik rezerv oranı oldukça sınırlıydı. Ancak, Türkiye’nin son 5 yıldaki stratejileri, özellikle 2015 sonrası, yıllık gaz tüketiminin yüzde 20’sini absorbe eden stratejik bir rezervuar inşa ederek altyapının geliştirilmesinde niteliksel başarılar sağladı. Bu strateji aynı zamanda Türkiye’nin nükleer enerjiyi benimseme ve inşa etme eğilimini de harekete geçirdi ve elektrik üretmek için nükleer santraller inşa etmeye başladı. Ayrıca Türkiye, Rusya ve Azerbaycan’dan iki uluslararası gaz boru hattı (Türk Akımı ve TANAP) açıp işletmeye başladı. Karadeniz ve Doğu Akdeniz’deki karasularında gaz ve petrol kaynakları için arama ve keşif faaliyetlerini yoğunlaştırdı ve ülke yenilenebilir enerji kaynakları (güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, hidroelektrik enerjisi) için altyapısını geliştirme yoluna gitti. Türkiye’nin son stratejisi yurt dışından petrol ithalat kaynaklarının çeşitlendirilmesine ve ülkelere bağımlılığını sonlandırmasına da katkı sağladı. Açıktır ki, bu projeler sadece Türkiye için enerji güvenliğini sağlamayı değil, aynı zamanda Türkiye’yi uluslararası alanda “gaz vanalarının” kontrolünü elinde tutan ülke haline getirmeyi hedeflemektedir. Böylece Türkiye bölgesel ve uluslararası bir gaz dağıtım merkezi olmayı amaçlamaktadır. Türkiye’nin jeopolitik ve ekonomik konumunu güçlendiren bu stratejiler, tam kalkınma vizyonu çerçevesinde Türkiye’nin enerji güvenliği seviyesinin yükseltilmesinde en önemli rolü üstlenmektedir.
Kaynakça
1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Kafkasya’da (Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan) adıyla yeni devletler kuruldu.Türkiye, müttefikleri ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinin yanı sıra, Rusya’ya rağmen bu ülkeleri kendi tarafına çekmek için çalıştı. Türkiye aynı zamanda büyük petrol ve gaz rezervlerine sahip olan Azerbaycan’ın ve diğer ülkelerin içinde bulunduğu boşluktan yararlanmak istemekte, Avrupa Birliği ise Rusya’nın doğalgazına olan bağımlılığını azaltmak için bu rezervlere Türkiye üzerinden erişme arzusu taşımaktadır.
Petrol keşifleri açısından dünyadaki ilk ülkeler arasında yer alan Azerbaycan, büyük rezervleri ve sondaj, üretim ve ihracat işlemlerinde ileri teknolojiyi devreye sokmasıyla devletin ekonomik durumuna yansıyan mali kazanımlar elde etmeyi başardı. Bu durum, ekonomik kalkınmanın hızını artırdı, kişi başına düşen gelir düzeyi yükseldi, ithalat talebi arttı ve Azerbaycan uluslararası yatırımlar için bir hedef haline geldi. Bu nedenle birçok uluslararası ve bölgesel şirket ülkeye yatırım yaptı. Azerbaycan’ın komşusu olan Türkiye, iki ülke arasındaki ortak milliyetçilik, ortak tarih ve ortak dile dayanan siyasi ve ekonomik ilişkileriyle bu yatırımlardan ve ticaret alışverişinden pay almaya çalıştı. Türkiye’nin neredeyse tamamen enerji kaynaklarında ithalata bağımlı, kaynaklarında çeşitlilik sağlayarak Rusya ve İran’a bağımlılığını azaltmaya çalışan tüketici ülkelerden biri olduğu unutulmamalıdır.
2. Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinde dalgalanmalar
Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin her zaman güçlü olduğu ve “İki devlet, bir millet” ifadesiyle tanımlandığı biliniyor. İki ülke arasında birkaç sebepten dolayı açık bir yakınlaşma var. Birincisi: İki ülke de “Türk” kimliği taşımaktadır. Türk milliyetçiliği konusunda hemen hemen aynı eğilime sahipler. İkincisi: Türkiye, son 20 yılda Azerbaycan ile bağını büyük ölçüde güçlendiren milliyetçi bir söylem geliştirdi. Üçüncüsü: İki ülke, Özbekistan veya Kazakistan gibi Türkçe konuşan diğer ülkeler gibi uzak değil coğrafi olarak birbirine yakındır. Dördüncüsü: Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda birçok Azerbaycanlı aydın, yeni devletin kurulmasına yardımcı olmak için Rusya’dan Türkiye’ye göç etmiştir. Beşincisi: İki ülke ortak bölgesel düşman Ermenistan’a karşı belli bir yönelime ve duruşa sahiptir. Bu nedenler, iki ülke arasında stratejik ilişkilerin oluşturulmasına şu ya da bu şekilde katkıda bulunmuştur. Ancak bu, iki ülke arasındaki ilişkilerde boşlukları tamamen engellememiştir.
1992 yılında Ermenistan güçleri Karabağ bölgesine saldırı başlattığında Türkiye, Azerbeycan’a destek vermemiş ve ardından Ermenistan Karabağ bölgesini işgal etmiştir. Türklerin Azerbaycan’ın safında savaşa müdahale etmesi yönünde halk baskısı ve siyasi kesimin çağrılarına rağmen, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Birleşmiş Milletler, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) ve NATO’nun çözüme ulaşmak için müdahale ettiğini gerekçe göstererek bu talebi reddetti. Ancak Demirel’in savaşa girmemesinin ana nedeni, o dönem Ermenistan’ı destekleyen Rusya ile arasında olası bir çatışmadan uzak durmak istemesiydi. Rusya’nın Ermenistan’a desteği, 4 Haziran 1993’te Ebulfez Elçibey başkanlığındaki Azerbaycan hükümetinin çökmesine neden oldu. Elçibey’in ardından İlham Aliyev göreve geldi.
Aliyev döneminde Azerbaycan’ın dış politikası Türkiye’ye ve Batı’ya yönelikti, ancak Aliyev Batı’nın Karabağ sorununun çözümü için gerekli desteği sağlamadığını anlayınca, özellikle Ağustos 2008’de Gürcistan’a yönelik Rus askeri müdahalesinden sonra Rusya ile yakın ilişkiler kurdu. 2009 yılının ortalarında, Rusya’nın desteğiyle Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi için çaba harcandı. Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirme eğiliminde olduğu bu dönemde, Azerbaycan’ın Türkiye’ye yönelik güven duygusu zarara uğradı ve bunun sonucunda Azerbaycan; Rusya, Çin, Japonya, Güney Kore ve İsrail ile ilişkilerini geliştirmeye yöneldi. Türkiye ile Ermenistan arasında başarısızlıkla sonuçlanan normalleşme sürecinde Azerbaycan, Türkiye’ye ihraç edilen doğalgazın fiyatını bin metreküp başına 300 dolara çıkardı. Daha önce 120 dolara sattığı doğalgazın, uluslararası piyasadaki fiyatı 335 dolardı. Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Türkiye’nin ‘Şahdeniz’ projesinden aldığı doğalgaz fiyatının piyasa fiyatlarına göre uyarlanması gerektiğini vurguladı. Azerbaycan’da Türk firmalarına baskı yapıldı ve Türk mallarına boykot uygulandı.
Ağustos 2010’da 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Azerbaycan’ı ziyaret etti. İki yıl süren ikili gerilimin ardından ilişkileri canlandırmak üzere iki ülke arasında stratejik bir ortaklık ve iş birliği anlaşması imzalandı. Müzakereler sırasında Kafkasya’da daha fazla istikrar ve güvenlik için gerekenlerin yapılacağı ifade edilirken, Dağlık Karabağ sorununun Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde çözülmesi ve Ermenistan’ın işgal altındaki topraklardan çekilmesi vurgusu yapıldı. Türkiye-Azerbaycan ilişkileri, 2012 yılından sonra iki ülke arasındaki ticaret ve yatırım alışverişinin genişlemesiyle eski haline geri döndü. Nitekim iki ülke yeni gaz ve petrol boru hatları, kara ulaşım hatları ve demiryolları ağıyla birbirine bağlandı. 2008-2010 yılları arasında yaşanan durgunluğun ardından iki ülke ilişkilerinde “İki devlet bir millet” kavramına geri dönüldü.
3. Türkiye-Azerbaycan arasındaki ekonomik ilişkiler
İki ülke arasındaki ilişkilerde ekonomik çıkarlar önemli bir rol oynamaktadır. Azerbaycan’ın 30 yıl önce kurulmasından bu yana, iki ülke ikili ticaret, ortak enerji projeleri ve doğrudan yatırımlarla ekonomik ortaklıklarını derinleştirerek çok yönlü stratejik iş birliği yapmıştır. Azerbaycan, Türkiye’yi Orta Asya’daki diğer Türk ülkeleriyle bağlayan bir köprü konumunda olmuştur. Öte yandan Türkiye, Azerbaycan’ın, uluslararası ekonomik topluluğa entegrasyonunu kolaylaştıran, batı ve uluslararası piyasalara erişmesini sağlayan bir ülke olarak rol oynamıştır. İki ülke 2007’de, ticaret, serbest ekonomi, bölge ve ulaşım da dahil olmak üzere çeşitli alanlarda Ekonomik Ortaklık ve Eylem Planı’nı imzalamıştır. Yine 2010 yılında iki ülke, Türkiye-Azerbaycan Stratejik İşbirliği Konseyi’nin kurulması için anlaşma imzalamış ve ekonomik ilişkilerin önündeki engelleri kaldırmak için adımlar atmıştır.
3:1. İki ülke arasındaki ticari alışveriş
Azerbaycan ihracat hacminin yüzde 90’ını petrol ve gaz ihracatı oluşturuyor ki bu da uluslararası pazarda petrol fiyatlarındaki dalgalanmaların devlet bütçesine ve gayri safi yurtiçi hasılasına yönelik etkisini açıklıyor. 2014 yılına kadar petrol fiyatlarındaki artış nedeniyle ekonomik büyümesi yüksek olan Azerbaycan; 2014 sonundan itibaren yaşanan düşüşün ardından, gayri safi yurtiçi hasılada 2018’e dek kademeli bir düşüşe tanık olmuştur. 2013 yılında 74 milyar dolar olan GSYİH, 2018’de 47 milyar dolara gerilemiştir.
2019 yılında Azerbaycan ihracatının toplam değeri 19,5 milyar dolarken, ithalatının değeri 13 milyar dolar olarak kaydedilmiştir. Türkiye, Azerbaycan’ın en büyük ikinci ekonomik ortağıdır. Türkiye, Azerbaycan’ın toplam ithalat hacminin yüzde 15’ini gerçekleştirdiği Rusya’nın ardından ikinci sırada yer alırken, ithalat değeri 2019 yılında 1,6 milyar dolara ulaştı. İhracat açısından ise Türkiye, 2,55 milyar değeriyle İtalya’dan sonra Azerbaycan’ın ikinci ihracatçı ülkesi konumundadır.
2020 istatistiklerine göre Azerbaycan’ın nüfusu yaklaşık 10 milyona ulaştı. Başta makine ve teçhizat ürünleri, gıda maddeleri, maden ve kimyasallar olmak üzere ihtiyaçlarını temin etme açısından büyük bir ithalatçı ülke olarak kabul edilmektedir. Petrol ve gaz gibi enerji kaynaklarının keşfi kişi başına düşen gelirde artışa ve ithalat hacminde önemli bir yükselişe yol açarak, ülkeyi ihracat için verimli bir zemin haline getirdi. Türkiye, Azerbaycan ile ticaret alışverişini genişletmek için tarihi ilişkilerin ve karşılıklı ulusal bağımlılığın kökenini kullanıyor. 2019 yılında Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev 15 milyar dolarlık ticaret anlaşması imzaladı. Böylelikle Türkiye önümüzdeki yıllarda Azerbaycan’ın ilk ticaret ortağı haline gelecek.
3:2. Yatırım akışı
Türkiye, Azerbaycan ekonomisine şu ana kadar yaklaşık 11 milyar dolar yatırım yaparken, Azerbaycan’ın Türkiye’deki yatırımlarının 2020 sonunda 20 milyar dolara ulaşması bekleniyor. En önemlisi petrol, gaz ve petrokimya sektöründe faaliyet gösteren kamu kuruluşu SOCAR başta olmak üzere Türkiye’de faaliyet gösteren Azerbaycan şirketlerinin sayısı 2 bin 467’ye ulaştı. Azerbaycan’da yatırım yapan Türk şirketlerinin sayısı ise 3 bin 400’e ulaşırken, bu firmaların çoğu inşaat ve dokuma alanında faaliyet gösteriyor.
4. Türkiye ve Azerbaycan arasındaki boru hatları ve ulaşım ağları
Azerbaycan coğrafi olarak kapalı bir ülkedir, ihracat ve ithalat limanları yoktur. Bu nedenle ithalat ve ihracat faaliyetleri komşu ülkelerine uzanan boru hatlarına ve karayolu ağlarına dayalıdır. Sovyetler Birliği döneminde, Azerbaycan’da petrol ve doğalgazın çıkarılma ve üretim altyapısı ilkel ve gelenekseldi ve kaynaklar tam olarak kullanılmıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya, Azerbaycan ile enerji ve savunma alanındaki iş birliğini korumaya gayret etti. Şu ana kadar, Gazprom, Lukoil ve Transneft gibi Rus enerji şirketleri petrol ve gaz üretim faaliyetlerinde yer aldı. Ruslar, devlete ait Azerbaycan enerji şirketi SOCAR’da da nüfuz sahibi.
4:1. Bakü – Tiflis – Ceyhan boru hattı
Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı, ham petrolü Azerbaycan sahalarından Gürcistan üzerinden Türkiye’nin Akdeniz kıyısındaki Ceyhan limanına taşımaktadır. Türkmenistan’dan ham petrol transfer eden bu hat, bir miktar da Kazakistan’dan transfer etmektedir. Yeraltı boru hattının uzunluğu bin 768 kilometredir. Hattın üretim kapasitesi Mart 2009’dan bu yana günde 1 milyon varile ulaşmış ve daha sonra günlük 1.2 milyon varile kadar çıkarılmıştır.
Azerbaycan, uluslararası su yolları ve uluslararası pazarlara bağı olmayan ve coğrafi olarak kapalı olan Hazar Denizi ile kendisini birbirine bağlayarak siyasi açıdan Batı’ya yaklaşmayı başardı. Boru hattının geçtiği ülkeler için ekonomik avantajları bulunurken, projenin siyasi hedefleri vardı: Birincisi; ABD, Rusya’nın Hazar bölgesi üzerindeki tekelini kırmak için projenin ana destekçisiydi. İkincisi; Boru hattı güzergahı Azerbaycan’ın çekincesi nedeniyle Ermenistan’dan çıkarıldı bu da izolasyona neden oldu.
Azerbaycan da petrolünü, 1998 yılından bu yana faaliyet gösteren 520 millik bir boru hattı Bakü-Supsa hattı üzerinden ihraç etmektedir. Üretimi Gürcistan’ın Supsa limanındaki tankerlere terminal noktasında yüklenmekte ve İstanbul üzerinden uluslararası pazara ihraç edilmektedir. Sovyetler Birliği döneminde yapılmış eski bir hat olan Rusya’dan geçen Bakü – Novorossiysk hattı da bulunmaktadır.
4:2. Türkiye ile Azerbaycan arasındaki doğalgaz boru hatları
Uluslararası pazarda stratejik açıdan önemli bir doğalgaz ihracatçısı olmayı hedefleyen Azerbaycan, tek başına 1,2 trilyon metreküpü bulan Şahdeniz sahasındaki rezervlerini ve 2,6 trilyon metreküpü aşan diğer kaynaklarını ihraç etmeyi amaçlamaktadır. Şahdeniz dışındaki diğer doğalgaz sahalarının potansiyeli göz önüne alındığında, 2020-2025 yılları arasında Azerbaycan’ın yıllık gaz üretiminin 50 milyar metreküpe ulaşması bekleniyor.
Boru hattı stratejisinin başarılı bir şekilde uygulanmasının ardından Azerbaycan, gaz ihracat politikası açısından stratejik hedefler belirlemeye başladı. Azerbaycan şu anda Hazar bölgesinde uluslararası pazarlara gaz ihraç eden tek ülkedir, bu nedenle Avrupa Birliği, Azerbaycan’ı TANAP boru hattında sağlayıcısı ve katılımcısı olarak görüyor. Azerbaycan’ın stratejik bir ürün olan gazı üreterek ihraç etmesi; ülkenin jeostrateji ve büyük finans merkezine oturmasına katkıda bulunacak; daha fazla ihracat yapacak, böylece finansal getirileri artarak, gelir ve yatırımlarında artış sağlanabilecektir.
4:3. TANAP boru hattı
Azerbaycan’daki Şahdeniz sahasından başlayan boru hattı, Gürcistan ve Türkiye topraklarından geçiyor. Avrupa’ya gaz taşıyan Yunanistan sınırında, Edirne’nin İpsala bölgesindeki TAP boru hattına bağlanacaktır. Bu boru hattının çalışmalarına fiilen başlanmış ve Türkiye’ye ilk gaz pompalaması 2020 yılında yapılmıştır.
Bu proje Azerbaycan’a çok büyük ekonomik kazanımlar sağlıyor. Boru hattının yüzde 68’ine sahip olduğu için, gazın Avrupa pazarlarına taşınmasından elde edilecek gelir Azerbaycan’a ait olacak. Azerbaycan ve Türkiye, PETKİM’de bir rafineri projesinin temelini daha attı. İki proje göz önüne alındığında, Azerbaycanlı SOCAR firmasının Türkiye’ye yaptığı yatırım hacmi 17 milyar dolara ulaşacak, bu da Türk sanayisine en büyük yatırım yapan ülke olduğu anlamına geliyor. Dolayısıyla SOCAR Türkiye’de faaliyet gösteren en büyük yatırım şirketi olacaktır.
TANAP boru hattının inşasına ilişkin yapılan anlaşmanın en önemli maddelerinden biri; Azerbaycanlı SOCAR şirketi ile Türk BOTAŞ şirketi arasında Azerbaycan ve Türkiye hükümetlerinin, proje yöneticilerine Adriyatik Denizi Boru Hattı (TAP) ile İngiltere, ABD ve AB’ye hat kiralama başvurusunda bulunabilme olasılığıdır. Bu maddenin anlamı şudur; söz konusu ülkeler gelecekte boru hattına yatırım yapabilir ve diğer yollar ve boru hatlarıyla birleştirerek enerji kaynaklarını ithal edebilirler. Ki bu da TANAP boru hattına küresel bir jeopolitik önem verecektir.
Ayrıca iki ülke arasında Şahdeniz’de üretilen Azerbaycan doğalgazının Gürcistan ve Türkiye’ye taşıyan 2007 yılından beri faaliyetteki 980 kilometre uzunluğunda Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz boru hattı da bulunmaktadır.
Azerbaycan’ın yaptığı bir boru hattı daha bulunuyor; Bakü-Astara hattı. Ermenistan ile savaştan sonra, Azerbaycan İran ile gaz ihracatı için bir anlaşması imzaladı. İran, 2006 yılından bu yana Bakü Astara hattı üzerinden Azeri doğalgazını Nahçıvan’a taşıyor. İran bu gazı Salmas-Nahçıvan hattı üzerinden Nahçıvan’a taşırken, transit gelirinin yüzde 15’ini komisyon olarak alıyor.
Azerbaycan, Türkiye’nin ana doğalgaz tedarikçisi haline geldi ve bu da Rus gazına olan bağımlılığını azalttı. 2020 yılının Ocak-Mayıs ayları arasında Türkiye Azerbaycan’dan 4,5 milyon metreküp gaz ithal etti. 2019’un aynı dönemine göre yaklaşık yüzde 20,4 artış kaydetti. Rusya’dan yapılan ithalat 2020 yılının Mayıs ayında 2019’un aynı ayına göre yaklaşık yüzde 62 azaldı. Azerbaycan’ın resmi olarak Türkiye’nin en büyük doğalgaz tedarikçisi olması bekleniyor. Bu durum, Karadeniz genelinde inşa edilen ve 2020 yılı başında hizmete giren 7,8 milyar dolar maliyetli ve 930 kilometre uzunluğundaki, hedefi Türkiye ve Avrupa Birliği ülkelerine gaz ihraç etmek olan TürkAkım boru hattı projesini etkileyecek. Rus gaz akışındaki düşüş, Türk ulusal şirketi BOTA’nın Cezayir ve Nijerya’dan yaptığı gaz ithalatından da kaynaklanıyor.
Türkiye’nin Suriye ve Karadeniz’de Rusya’nın askeri etkisini artırmasına ve Libya’daki çatışmaya ilişkin anlaşmazlığa bağlı olarak Rus gazına olan bağımlılığını azaltmak için Azerbaycan’a bağımlılığını arttırması mümkündür. Bu bağlamda Türkiye’nin yeni kaynaklar için harekete geçmesi doğaldır. Bu nedenle Türkiye, Azerbaycan gazının engelsiz akışına önem veriyor. Bölgesel bir güç olarak Türkiye gaz tedarik zincirini siyasi ve askeri anlamda savunmaya hazır hale gelecek. Nitekim Türkiye’nin Karabağ’ın kuzeyindeki Tovuz bölgesinde yaşanan son çatışmalara ilişkin konumu bölgenin gaz, petrol ve demiryolu altyapısını barındırmasıyla ilintilidir.
Türkiye, bu projelerle boru hatları ve uluslararası ticarette önemli bir ülke olarak jeopolitik konumunu güçlendirdiği gibi aynı zamanda daha düşük fiyata petrol ve doğalgaz satın alabildi. Bu, ithalata tamamen bağımlı olduğu için çok önemlidir. Devlet hazinesi topraklarından geçen boru hattının gelirlerinden yararlanmaktadır.
4:4. Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu Hattı (BTK)
Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu (BTK), Harita No. (3) ‘de gösterildiği gibi Türkiye’de Kars, Gürcistan’da Tiflis ve Azerbaycan’da Bakü’yü birbirine bağlayan bölgesel bir demiryoludur ve 30 Ekim 2017’de hizmete açılmıştır. Başlangıçta 1 milyon yolcu, yıllık 6,5 milyon ton kargo kapasitesine sahip olan projenin 2034 yılına kadar yılda 3 milyon yolcu ve 17 milyon ton kargo kapasitesine çıkarılması bekleniyor.
Projenin temel amacı, üç ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkileri geliştirmek ve Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayarak doğrudan yabancı yatırım elde etmektir. Proje, petrol ve gaz gibi enerji kaynaklarının yanı sıra İstanbul Boğazı’ndaki Marmaray projesine bağlanarak yolcu ve eşya taşımacılığını kolaylaştırmayı hedeflemektedir. Demiryolunun coğrafyasına ve projeye imza atan ülkelerin birbirine bağlılığına göre, Ermenistan izole edilmiş ve hattın geçtiği ülkelerin birbirine entegre olması sağlanmıştır.
5.Sonuç
Veriler ve göstergeler ışığında, iki ülke arasındaki ikili ilişkilerin temel unsurlarından birinin enerji ve ticaret alışverişi alanındaki iş birliği olduğu açıktır. Türkiye, Azerbaycan ile ilişkilerinde siyasi ve ekonomik kazanımlar elde etmiş ve bölgedeki konumunu bir enerji ulaştırma ve satış merkezine dönüştürmeyi hedeflemiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin Azerbaycan ile ilişkilerini güçlendirmesi muhtemeldir. Bu bağlamda Azerbaycan gazı Türk stratejisinde hayati bir rol oynamaya devam edecektir. Türkiye, Azerbaycan ile ilişkileri ve stratejisi ile 3 doğal gaz boru hattı ve 1 petrol boru hattı inşa etmeyi başarmıştır. Ayrıca Türkiye güvenilir bir tedarikçi olarak Azerbaycan’a enerji kaynaklarında çeşitlilik sağlamış, enerji güvenliğini teminat altına almış ve şu üç tasavvur doğrultusunda Azerbaycan’a güvenmiştir; Birincisi: Türkiye topraklarından uluslararası pazara açılan jeostratejik boru hatlarının Azerbaycan kaynaklarının en çok ihraç edilenleri haline gelmiştir. İkincisi: İki taraf, özellikle enerji endüstrisi alanında karşılıklı yatırımlardan gelir elde edecektir. Üçüncüsü, Türkiye’nin üçüncü milenyumun başından beri güçlendirmeye çalıştığı ortak Türk milliyetçiliği ve iki ülke arasındaki toplumsal karşılıklı bağımlılık, “iki devlet bir millet” olarak ifade edilmektedir.
Azerbaycan, rezervlerini boru hatları ile uluslararası pazara ihraç etme ve kaynaklarının ihracatına hâkim olan Rus tekelini kırma kabiliyetiyle ekonomik kazanımlar elde ederek kalkınmayı başarmıştır. Uluslararası siyasi arenadaki rolünü ve konumunu güçlendiren Azerbaycan, Avrupa Birliği’ne petrol ve gaz tedarik zincirinin bir parçasını oluşturan ülkelerden biri haline gelmiştir.
]]>Giriş
Biden’ın ABD Başkanı olarak görevini üstlenmesi ve adaylık döneminde Trump ve Biden’ın sergilediği tutumun gözden geçirilmesiyle, 2020 sonrasında ABD dış ilişkilerinde paradoksal bir fark olacak gibi görünüyor.
Ankara, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz gibi Türkiye’nin rolünün öneminin ortaya çıktığı uluslararası meselelerde iki taraf arasındaki iş birliği fırsatlarını sınırlayan bağımsız bir dış politika izliyor. Biden yönetiminde; Rusya, İran, göç meselesi ve batı ilişkiler de iki ülke arasında ele alınacak konular arasında yer alıyor.
Dolayısıyla bugün Türk-Amerikan ilişkileri ile ilgili önemli soru şu:
Türkiye’nin yükselen uluslararası rolü ve Biden yönetiminin Beyaz Saray’a gelmesiyle Türk-Amerikan ilişkilerinin eğilimleri ve karşı karşıya olduğu zorluklar nelerdir?
Ortak paydalar ve çetrefilli dosyalar
Siyasi analistler, Türkiye’nin Batı için ne kadar önemli olduğunu tekrar edip durdular. Ancak son birkaç sene, bir yandan Türkiye’nin neler yapabileceğinin diğer yandan ise ABD ile Batı için Türkiye’nin rolünün öneminin gerçek bir sınavı idi.
Her iki taraftan sorumluların da belirttiği gibi ABD ile Türkiye arasındaki ilişkiler karmaşıktır. Uzun yıllardır devam eden ittifaklarına büyük değer veren iki ülke, Irak’tan DEAŞ’a ve Balkanlar’a kadar uzanan birçok konuda iş birliği yapmaktadır. Ancak aynı zamanda birbirlerine yeterince güven(e)meyen bu ülkeler, bazen birbirlerini cezalandırıyor, alenen kınıyor ve Kürtlerden NATO’ya, İsrail’e kadar bir dizi meselede sürekli savaşıyorlar.
Aslında Türkiye, demokrasiyle yönetilen; Müslüman çoğunluğa sahip tek laik ülkedir ve serbest piyasa ekonomisini benimser. NATO gibi Batı merkezli kurumlarla nispeten eski bağlara sahiptir. Nitekim Türk Silahlı Kuvvetleri, NATO’nun en büyük ikinci askeri gücüdür. Bosna, Somali, Kosova ve Afganistan’a kadar uzanan savaş bölgelerindeki çok taraflı çatışmalarda istikrarın sağlanması için barış operasyonları düzenleyerek modern savaş deneyiminde etkileyici bir geçmişe sahiptir. ABD ve Türkiye arasındaki ortaklığın temeli, ikili ticaret ve yatırıma ek olarak, NATO, güvenlik ve Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası çevredeki ekonomik, askeri ve kültürel etkisi gibi diğer meselelere dayanmaktadır. İklim değişikliği tehdidi, salgın hastalıklar ve Türkiye’nin Karadeniz’i Ortadoğu, Balkanlar ve Güney Kafkasya’yı birbirine bağlayan Avrasya coğrafyasındaki kritik konumu da iki ülke arasındaki ortaklığın temellerindendir. Tüm bu meseleler, ABD ve Türkiye arasındaki ikili iş birliği ve ittifak için önemli bir temel oluşturmaktadır.
Suriye meselesi gibi daha detaylı bir düzeyde iki ülkenin vizyonlarının kesişmesi, birlikte yakın çalışmaya yol açacaktır. Nitekim hem Washington hem de Ankara; Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruyan, Rus askeri hareketini kısıtlayan ve sivillere yönelik daha fazla zulmün önüne geçmek için Esed’siz bir siyasi bir geçişi savunmaktadır.
Her iki tarafın da beyan ettiği eğilimlere göre ABD ve Türkiye’nin -en azından- birçok stratejik hedefi paylaştığı söylenebilir. Ancak, bu hedefler üzerinde çalışmak için uygun mekanizma kurma konusunda anlaşma sağlayamadılar.
Siyasi ve ekonomik açıdan bakıldığında, iki ülkenin kısa ve uzun vadede hedeflerine ulaşmak için çalışma ile geçen uzun bir geçmişe sahip olduğunu söylemek mümkündür. Her iki hükümet de kısa vadeli hedeflerinden bazılarına pozitif ikili iş birliği olmadan ulaşabilirken, birbirinden ayrı çalışmanın maliyeti her iki taraf için de yüksek olacaktır.
Örneğin, Mart 2003’te Bush yönetimi Türk parlamentosunu kuzey Irak’ta cephe açması için kuvvet konuşlandırmaya ikna edemeyince, Amerikalılar bu kararın askeri ve ekonomik maliyetlerini üstlenmek zorunda kaldı. ABD güçleri nihayetinde Saddam Hüseyin’i ve rejimini devirmeyi başardıysa da, Türk iş birliği olmadan daha büyük zayiat verdi, daha fazla maliyet harcandı ve en önemlisi, uzun vadede istikrarlı bir Irak hedefi kaybedildi. İran, ABD-Türkiye iş birliğinin başarısızlığından kaynaklanan boşluğu doldurdu ve tüm dünya hala bu sonucun olumsuz dış etkilerinden muzdarip durumda.
Bugün Suriye, Libya, Yemen, Lübnan ve Doğu Akdeniz çatışmalarla dolu bölgeler haline geldi. Türkiye ve ABD birlikte çalışsa ve birbirlerinin meşru endişelerini anlarsa, tüm bu çatışmaları yönetmek daha kolay olurdu.
Washington, PKK ile bağlantılı Kürt milislerle çalışmaya devam ederken, Türklerin kendi sınırında bu milislerden oluşan bir askeri güç fikrini zamanla kabul etmelerini umut etmiştir. Ancak Washington tarafından uygulanan bu strateji genellikle doğru bir strateji olmamıştır. Öte yandan, Türkiye’nin Rus yapımı savunma sistemlerini satın alması, Batılı bir alternatif üzerinde anlaşma sağlanamamasına bir tepkidir. Türkiye’nin Beşşar Esed’i ve Suriye’deki rejimi desteklemesine rağmen Rusya ile ilişkisini üst düzeye çıkarması Türkiye açısından da doğru bir yaklaşım gibi görünmüyor ve ABD’nin çıkarlarına hizmet etmiyor.
Ortak bir zemin bulmak her iki ülkenin de çıkarınadır. Aksi halde bölgedeki çoğu kargaşa daha fazla maliyete ve karmaşıklığa sebep olacak demektir. İki taraf arasındaki ilişkiyi zorlaştıran çetrefilli konular arasında şu meseleler yer almaktadır:
S-400 meselesi
Biden’ın niyetinden bağımsız olarak bu konu şu anda Biden için Türkiye ile ilgili en ivedi karar olarak görülüyor. Türkiye’nin, NATO’nun S-400 sistemini harekete geçirme konusundaki endişelerini gidermek için ABD ile teknik tartışmalar yürütmeyi teklif ettiğini unutmamalıyız. Bu teklif; Rusya’nın S-400 aracılığıyla yeni nesil F-35 savaş uçakları hakkında istihbarat toplama olasılığını da içerir. S-400’ün varlığının F-35’lerin Türkiye’ye ihracatının engellenmesi anlamına geldiğini vurgulayan Trump’ın reddettiği mesele de buydu. Son zamanlarda ABD’nin bu konuyla ilgili Türkiye’ye uyguladığı yaptırımlar bulunuyor ve ABD tarafında bariz bir gerginlik var. Aynı zamanda, pek çok Amerikalı politikacının gereksiz bir taviz olarak nitelediği ABD’nin Türklere tatmin edici bir alternatifi sunmadıkça Türkiye bu konuda kayıtsız bir tutum sergilemeye devam ediyor ve geri adım atmayacak gibi görünüyor.
Suriye meselesi
ABD’nin Türkiye ile gerginlik yaşaması beklenen bir diğer konu ise Suriye. 2014 yılında Obama’nın ikinci döneminde ABD, DEAŞ’a karşı savaşta Suriye Demokratik Güçleri ile bağlantılı YPG’yi (Halk Koruma Birlikleri) desteklemeye karar vermişti ve Trump döneminde ABD bu milisleri doğrudan silahlandırdı. Türkiye ile uzun yıllardır savaş halinde olan bu milis ve gruplara yönelik bu ilişki ve destek, PKK’yı terör örgütü olarak sınıflandıran Türkiye ile ilişkilerde büyük gerilim yarattı.
Türk medyası, ABD’nin Ekim 2020’ye kadar bu milislere çoğunluğu güvenlik ve askeri teçhizattan oluşan 400 milyon dolarlık yardım sağladığını iddia ediyor.
Türkiye açısından sorun; ABD’nin Suriye’ye müdahalesi veya varlığı değildir. Türkiye; Suriye meselesinde kendisini herhangi bir taraftan destek almaya ve koordinasyon sağlamaya yetkili bir ortak olarak görmektedir. Ancak ABD’nin destek aldığı bu taraf, yalnızca Türkiye tarafından değil, ABD ve birçok Avrupa Birliği ülkesinde terörist listesinde dahil olduğu için sorun teşkil etmektedir.
Özellikle Türkiye’nin Suriye’deki krizin başlangıcından beri bölgede olup bitenlerden büyük ölçüde etkilendiğini, topraklarında terör saldırıları ve sınırlarındaki çatışmalardan muzdarip olduğunu anlamamız gerekiyor. Eylül 2014’te ABD liderliğindeki koalisyona katılan ve 2015 yılında Amerikan güçlerinin DEAŞ’a saldırması için üslerini açan Türkiye, birçok DEAŞ saldırısına maruz kaldı. Bu nedenle Türkiye’nin ABD tarafından en güvenilir ortak olarak görülme hakkına şaşılmamalıdır. Ancak ABD, Türkiye’yi; Türkiye’nin görmesini istediği gibi görmemektedir.
Akdeniz’de Türk-Yunan çekişmesi
Yunanistan ile Türkiye arasındaki çekişme, her iki tarafın da giderek daha agresif bir söylem benimsemesi ve deniz sınırlarıyla ilgili anlaşmazlıklar nedeniyle son dönemde yoğunlaştı. Avrupa Birliği ve NATO aracılığıyla yapılan diplomatik müdahale, gerginliğin geçici olarak yatışmasına yardımcı oldu. Şimdi Biden’ın bu bölgedeki politikasını tüm müttefiklerinin istikrarını ve güvenliğini güçlendirmeye yoğunlaştırması gerekiyor. Bu amaçla hem Ankara hem de Atina’daki politika yapıcıları kalıcı bir çözüm için müzakereye çağırmalı.
ABD, her iki başkentle ilişkilerinden yararlanarak onları müzakerelere oturmaya ikna etmenin bir yolunu bulmalı. Arabuluculuğa hazır olan üçüncü taraf Avrupa Birliği ülkeleridir. Mesela Almanya. Ancak Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne üyeliği ve AB ile Türkiye arasındaki ilişkinin niteliği göz önüne alındığında, Almanya bu konuda tarafsız görünmüyor. Aynı şekilde, Fransa gibi bazı ülkelerin müdahalesi tansiyonu yükseltti. ABD’nin güçlü müttefiki İsrail de bu meseleye müdahil oldu.
Türkiye açısından, bu bölgede üzerinde çalışılacak herhangi bir çözüm, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki uluslararası karar mekanizmalarına katılımını içermelidir. Bölgenin en büyük ekonomisi ve büyüyen bir güç olarak Türkiye’nin bu organlardan herhangi bir şekilde dışlanması, bölgedeki doğalgaz kaynaklarının yatırım ve ihracatını riske atacak. Türkiye’nin dışlanmayı kabul etmeyeceği ve buna boyun eğmeyeceği açık. Türkiye’ye bu statüyü verebilecek tek güç ise ABD.
Libya’daki çatışma
Libya meselesi, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki çıkarlarını yakından ilgilendiren çetrefilli konulardan biridir. 2020’nin başında Türkiye, Libya’ya Birleşmiş Milletler tarafından tanınan Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin yanında yer alarak müdahale etti ve Hafter ile mücadelenin gidişatını değiştirdi.
Libya’da durumu karmaşık kılan, Libya’daki ABD politikasının net olmamasıdır. ABD yönetimi genel olarak Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni desteklerken, Trump, General Hafter hakkında kendisine yakın ve güçlü bir lider olma konusunda olumlu mesajlar verdi.
Biden yönetiminin Hafter ve Libya’daki duruma ilişkin daha akılcı bir tutum sergileyerek özellikle birçok insan hakları ihlali ve zulüm yapmakla suçlanan Hafter’e destek söyleminden vazgeçip vazgeçmeyeceği henüz bilinmiyor.
İhmal döneminden ‘güvensizlik’ dönemine
Obama ve Trump döneminde Türkiye’ye yönelik diyalog yaklaşımını karşılaştırdığımızda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bazı büyük ABD gazetelerinde yayınlanan makalelerinde belirttiği gibi; Türkiye’nin Obama döneminde olduğu kadar, askıda bekleyen acil dosyaların ABD tarafından büyük bir soğukluk ve ihmal hissettiği dönem olmadı. Trump dönemi ise- iki ülke arasındaki ilişkilerin doğasına hâkim olan kişisel temaslara rağmen – düşük güven dönemi olarak değerlendirilebilir. Nitekim iki taraf arasındaki güven seviyesi, daha önce görülmediği kadar gerilemiştir.
Örneğin, Türkiye için hassas konulardan biri olan Filistin meselesi ve Türkiye-İsrail ilişkileri konusunda, ABD her zaman Türkiye ile İsrail arasında arabuluculuk rolü oynamış ve Nisan 2013’te Obama’nın müdahalesi Netanyahu’yu cevap vermeye zorlamıştır. Netanyahu, Mavi Marmara’ya yapılan saldırı sonrası öldürülen Türk vatandaşları için özür dilemiştir. Bu müdahale, ABD’nin oynadığı rolün biçiminin önemli bir örneğidir. ABD liderliğindeki görüşmelerde gizli bir taraf olduğu da bilinmektedir. ABD, 2016 yılında Türkiye-İsrail yakınlaşmasına vesile oldu. Öte yandan Trump yönetiminin Amerikan büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı ile sonuçlanan yaklaşımı Türkiye tarafında güven kaybına yol açmıştır. Trump’ın Golan Tepeleri’nin İsrail’e ilhak edilmesine ilişkin bir karara daha imza atması, aynı güven kaybını yenilemiştir.
Türkiye-ABD ilişkilerinde güven problemi olduğunu gösteren bir diğer örnek, Washington’un ilişkilerini yönetme şekli ve Körfez bölgesindeki rolü ile ilintilidir. Trump yönetimi, Riyad ve Doha arasındaki kriz sırasında 2017’de Suudi Arabistan Krallığı ve Birleşik Arap Emirlikleri yanlısı bir politika izleyerek, Trump Katar’ı “Yüksek düzeyde terörizm finansörü” olarak tanımlamıştı. Türkiye ise Katar’a birliklerini göndererek bu güçlerini askeri üslerde konuşlandırdı. Türkiye, Katar ile arasında çeşitli alanlarda iş birliği seviyesini yükseltti.
Üçüncü örnek ise, Türkiye’nin Trump döneminde ABD ile ilişkilerinde büyük sorunlar yaşadığı ve Trump yaklaşımının Türk ekonomisi üzerinde çok kötü bir etkisi olduğu için ticari ilişkilerin yönü ile ilgilidir. Trump döneminde alınan kararlar ve yaptırımlar hatta Başkan tarafından atılan tweetler Türk Lirasının çöküşüne ve Türk ekonomisinin zayıflamasına yol açmıştır.
Tüm bu örneklere rağmen birçok çevrede hakim olan Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşarak, Batı’dan ve ABD’den uzaklaştığı algısı yanlıştır. Çünkü Suriye, Libya ve Karabağ’da rejimlere karşı muhalif olan ve İran ve Rusya’ya karşı savaşan tek güç Türkiye’dir. Türkiye, Sadece Ortadoğu ve Akdeniz’de değil, Karadeniz ve Kafkasya’da da Ukrayna ile askeri ortaklığını derinleştirerek; Gürcistan ve Azerbaycan ile üçlü iş birliği yaparak Rusya’nın saldırganlığını püskürtmeye hazır olduğunu göstermiştir. Türkiye, tüm bunları Batı desteği olmaksızın gerçekleştirmiş ve Rusya ile olan sorunlarının çoğunu çözmüştür.
Biden’ın öncelikleri ve Türkiye ile ilişkileri
Gözlemciler, görev süresinin ilk günlerinde Biden’ın Covid-19’dan ekonomik toparlanmaya, ekonomik çarkın geri dönüşüne ve genel olarak yaşam çarkına öncelik vermesini ve dış politikanın; iç sorunların ardından gelmesini bekliyor.
Dış politika söz konusu olduğunda dahi, Ortadoğu, Hint-Pasifik, Çin, Avrupa, Güney ve Kuzey Amerika ile transatlantik ilişkilerin canlandırılması meselesine kıyasla Biden’ın birincil odak noktası olmayabilir.
Biden ve Erdoğan aynı tür bir siyasi pragmatizmi paylaşıyor. Bu nedenle, Biden Dışişleri ve Pentagon gibi Amerikan kurumlarındaki teknik uzmanların görüşlerini takip etme eğiliminde, S-400 savunma sistemi gibi konularda Türkiye’ye karşı daha sert duruşlar sergileyebilecek olmasına rağmen iki lider iyi bir şekilde iş birliği yapabilir.
Bu, Biden’ın 2019 sonlarında Erdoğan’ın görevden alınmasıyla ilgili açıklamalarındaki saldırgan tavrına ve 2020’de Türkiye’nin Yunanistan ve Kıbrıs ile deniz sınırı anlaşmazlıkları ve Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki savaş bağlamında Türkiye’yi “şımarttığı” ifadeleriyle Trump’ı suçlayan tavrına gerekçe olabilir.
Tüm bunlara rağmen, Başkan Biden’ın Türkiye ile NATO arasındaki ilişkinin stratejik önemini er ya da geç fark etmesi bekleniyor. Özellikle de Türkiye ile Ukrayna arasında savunma sanayi alanında yapılan askeri gemi, uçak ve insansız hava araçlarını içeren anlaşmaların önemini idrak etmesi bekleniyor. Türkiye aynı zamanda Gürcistan’ın NATO üyeliğinin sadık destekçilerinden biridir.
Öte yandan ABD şu anda büyük güçlerle (Çin ve Rusya) yoğun rekabet dönemlerinden birini yaşıyor. Bu rekabet şu ya da bu şekilde yeni Amerikan yönetiminin dünyaya bakış açısını oluşturacak. Bu durum, Biden’ın Pekin ve Moskova ile İran ve Kuzey Kore gibi diğer daha küçük düşmanlarını dizginlemek için yetenekli müttefiklere ihtiyaç duyacağı anlamına geliyor.
Kuzey Kore, Çin ve diğer ülkelerle olduğu gibi, tanımlanmış ulusal çıkarlara dayalı ikili ilişkiler yoluyla çetrefilli sorunları ve farklılıkları ele alma eğiliminde olan Başkan Trump ile karşılaştırıldığında – Biden konuşmalarında ve önerilerinde her zaman dış politika hedeflerine ulaşmak için “müttefiklerle iş birliği”, “çoğulculuk” ve “değerlere odaklanmanın” önemine vurgu yaptı. Bu durum Türkiye ile ilişkilere olumlu yansıyabileceği gibi, Türkiye’nin benzersiz katma değerinin çok kutuplu küresel sistemde uluslararası kuruluşlar tarafından tanınmasını sağlayacak önemli bir yaklaşımdır. Dolayısıyla, sadece çıkar odaklı ikili ilişkilere yoğunlaşan bir ortamdan ziyade; değer odaklı bir ortamda Türkiye’nin masaya getirdiği kültürel ve dinsel çeşitlilikten yararlanmak daha kolay olacaktır.
Öte yandan, ABD’deki belli bir siyasi tabakanın demokrasinin “kurtarılması” gerektiğine ve Amerikan yönetiminin bunu yapması gerektiğine inandığı Türkiye’de, yeni kurulan Biden yönetimi, Türkiye’de insan hakları ve demokrasi dosyasını yeniden açmak zorunda görünüyor. Ancak gerçek şu ki, ABD müdahalesinin sınırları var. Sürekli bir reform vurgusu yapmanın dışında, Washington’un Türkiye’de bir iç değişim unsuru olması beklenmiyor. Daha doğru bir tabirle, Amerika Türkiye’de bazı sınırlı meselelerde fark yaratabilir. ABD konsolosluğu çalışanlarının tutuklanması gibi belirli sorunlarda sesini yükseltebilir, ancak muhalefeti yeniden şekillendiremez, seçimleri etkileyemez veya egemen sınıfın yerine geçemez. Ancak seçimlerde daha fazla şeffaflık ve yönetimde daha sağlam demokrasi vurgusu yapabilir.
Sonuç ve çıkarımlar
Biden, ABD dış politikasının Trump döneminde zarar gördüğüne gerçekten inanıyor ve bunu düzeltmek istiyorsa, ABD dış politikasında gerçek bir değişim yaratması gerekiyor. Böylece Washington bölgede daha dengeli bir rol oynayabilir. Hem ABD hem de Türkiye, Soğuk Savaş’tan bu yana önemli ölçüde değişmiş olsa da, o zamandan beri birbirleriyle ilgili imajı değişmedi. Türkiye hâlâ Amerika’yı kendi iç politikalarını kontrol etmeye ve “Yöneticileri ve iktidarları belirleyen” rolünü oynamaya çalışan bir unsur olarak görürken, ABD Türkiye’yi kendi başına uluslararası bir aktör yerine hâlâ büyük jeopolitik mücadelesinde bir araç olarak görüyor.
Biden’ın Türkiye ve Ortadoğu politikasına ilişkin tahminlerin çoğuna göre, yeni başkanın Obama’nın yaklaşımından çok farklı olmayacağı varsayımına dayanmaktadır. Ancak Biden’ın bugün karşı karşıya olduğu gerçekler, Obama’nın dönemindeki gerçekliklerden farklı. Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler Obama dönemindekinden çok daha ileriye gitmiş durumda. Türkiye’de idari, ekonomik ve siyasi anlamda pek çok gelişme yaşandı. Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası konumlanmaları büyüklük ve nicelik bakımından Obama dönemine göre büyük ölçüde farklılık gösteriyor. Özellikle de Suriye ile ilgili olarak, son dönem, Türkiye’nin müdahalesinin Beşşar Esed güçlerinin ilerlemesini durdurmayı ve bölgedeki tırmanışı azaltmayı başardığını kanıtladı. Ancak şu ana kadar kabul edilebilir bir nihai çözüme ulaşmayı başaramadı.
Bu, ABD’nin Ortadoğu veya Türkiye’ye yönelik dış politikasının temellerinin değişeceği anlamına gelmez. Biden yönetimi Türk-ABD ikili ilişkilerini etkileyen çok sayıda meseleyi nasıl ele alırsa alsın, Türkiye, ABD’nin çok taraflılığından ve değerlerine daha fazla odaklanmasından uzun vadede stratejik olarak kesinlikle fayda sağlayacaktır. Çünkü bu yöntem, Türk çıkarlarının işleyişi açısından daha faydalıdır.
Tüm bunlara rağmen, iki taraf arasında pek çok çetrefilli mesele bulunuyor. Biden’ın dış politika yaklaşımının iki ülke arasındaki ilişkiler açısından birçok olumlu yönü olabilir. Ancak bu yaklaşımı Kongre içinden veya kendi yönetiminden gelen “Türkiye’de demokrasiyi kurtarma” çağrılarıyla da uyumlu hale getirmek zorunda kalacak ve bu çağrılar, iç politikadaki öncelikler gibi bir mesele haline gelecektir.
İki taraf arasındaki ilişkiyi çeşitli düzeylerde ele alacak olursak; örneğin Türkiye için önemli bir husus olan ekonomik boyutu- ikili ticaret veya serbest ticaret anlaşması kapsamında belirlenen 100 milyar dolarlık hedefe doğru pratik ilerleme yavaşlayacaktır. Bu hedefe yakın zamanda ulaşılmasını beklemiyoruz.
Dolayısıyla: Türkiye’nin Biden’dan ve yeni ABD yönetiminden umabileceği şey en fazla Trump’ın pervasız yaklaşımı sürdürmemesidir. Aynı zamanda Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerde genişleyen bir uçurumun oluşmasına neden olan Obama yönetiminin ihmalkar yaklaşımı gibi de olmayacaktır.
Bir başka deyişle, ABD’nin Biden dönemindeki Türkiye ile ilişkileri, çoğunlukla Obama döneminden daha etkili ve daha az çatışmacı; Trump döneminden ise daha pragmatik olacaktır.
Diğer bir deyişle:
Obama döneminden daha dinamik, Trump döneminden daha az dramatik olacaktır.
]]>Dünyanın en büyük altyapı projelerinden biri, bazen Yeni İpek Yolu olarak da adlandırılan Çin’in Tek Kuşak Tek Yol girişimidir. Çin Devlet Başkani Xi Jinping tarafından, Doğu Asya’dan Avrupa’ya uzanacak olan; Çin’in bölgedeki ekonomik ve siyasi etkisini büyük ölçüde artıracak çeşitli kalkınma ve yatırım girişimleri 2013 yılında başlatıldı. Bazı Batılı analistler projeyi Çin’in artan gücünün endişe verici bir uzantısı olarak görüyor. (Çin İpek Yolu Projesi, 2013). (1)
Ancak, birçok projenin maliyeti arttıkça, bazı Asya ülkelerinde muhalefet arttı. Çünkü bu ülkeler, projenin Çin’in nüfuz alanını genişletmeyi amaçlayarak, bölgesel kalkınmada bir Truva atı olabileceğine inanıyor.
Bu raporda, İpek Yolu Girişimi’ni, Çin’in bu projenin perde arkasında neyi amaçladığını ve projedeki hedef ülkeleri ile bölgesel ve diğer ülkelerin tepkilerini mercek altına alıyoruz.
Çin dış politikasının yaklaşımı
Burada jeopolitik eğilimlerini anlamak için Çin dış politikasının ana hatlarını ele alacağız.
Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından Çin, ekonomik kalkınma merkeziyetine dayanan, bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünü koruyan bir politika izlemedi. Çin, ekonomik ve askeri açıdan kalkınmaya ve ileri düzey güce ulaştıktan ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olduktan sonra, aşağıdakilere dayalı bir dış politika uygulamamıştır:
Çin dış politikasını açıklayan en önemli iki değişken; ekonomik faktör ve jeopolitik faktördür. Bu da İpek Yolu projesinin kapsamlı ve geniş çerçevesini temsil ediyor. (Çin Dış Politikası ve Uluslararası Rolün Güçlendirilmesi – 2005-2006). (2)
Tek Kuşak Tek Yol Projesi:
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, 2013 yılında Çin ve çevre ülkeler ile Orta Asya, Orta Doğu, Avrupa ve Afrika kıtaları arasında yeni ticaret kanalları açmayı amaçlayan “Tek Kuşak Tek Yol” projesini açıkladı. Proje, özellikle iki kara ve deniz yoluyla başladığı için devasa bir kıtalararası altyapı ağına dayanıyor. Karayolu ağlarının döşenmesine ek olarak ilk etapta demiryollarının inşasını da içeren projedeki yollar boyunca hizmet ağının geliştirilmesi bekleniyor. Deniz yolları ise ulusal sınırlar içinde ve dışında limanların kurulmasından ve geliştirilmesinden sorumlu tutuluyor. (Fasslabend, 2015). (3)
Harita-1’de gösterildiği gibi, Spinjiang eyaletinden ve Türkmenistan’daki Semarkand’a, daha sonra kuzey İran’a ve oradan Türkiye’ye ulaşan kara yolu, Tahran, Ankara ve İstanbul arasında demiryolu ile bir bağlantı kuruyor. Daha sonra Bulgaristan, Romanya, Moldova ve Ukrayna üzerinden kuzeydoğuya taşınarak , Polonya, Almanya, Hollanda
, Belçika, Fransa ve İtalya’da sona eriyor. Ayrıca, kuzeye yani İngiltere’ye giden bir yol daha bulunuyor. (Fassalabend 2015). (4)
Harita-1’de gösterildiği gibi, İpek Yolu projesindeki deniz yolu ise şöyle; Fujian Eyaleti’ndeki Quanzhou’dan başlıyor, Çin’in Beihai ve Haikou (Hainan Yarımadası) limanlarından geçiyor, oradan Hanoi’ye (Vietnam) uzanıyor. Daha sonra Güney Çin Denizi’nden ve Malakka Boğazı’ndan geçtikten sonra, Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’a uzanıyor ve oradan Sri Lanka ve kuzeydeki Bangladeş’e kadar gidiyor. Daha sonra Hint Okyanusu’ndan geçerek, Nairobi’ye (Kenya), Afrika Boynuzu etrafında kuzeye doğru ilerliyor ve Süveyş Kanalı’nı aşarak Akdeniz’e geçiyor. İpek Yolu’nun kara yolu ile buluşacağı Venedik durağından önce Atina’da duruyor ve Pakistan limanlarından bir başka deniz yolu, İpek Yolu’nun kara yolu ile buluşmasının başlangıç ​​noktası oluyor. Bu limanlar, gaz ve petrol gibi enerji ağlarına ek olarak Afrika, Avrupa ve Latin Amerika pazarları için bir kaldıraç işlevi görüyor. (Fassalabend, 2015). (5) Harita-1 ‘de gösterildiği gibi.
Harita-1: İpek Yolu projesindeki kara ve deniz yolları.
Bazı çalışmalara göre Çin, 68 ülkede bu yol için altyapıyı geliştirmek üzere 8 trilyon dolar kredi ayırdı. (Fassalabend, 2015). (6)
İpek Yolu Projesiyle İlgili Uluslararası Tepki ve Pozisyonlar
Amerika Birleşik Devletleri: Washington, Pekin’in bu projeye ilişkin niyetlerine güvenmiyor. Pekin’in projesiyle mücadele etmek için güney ve orta Asya ekonomilerini geliştirmek için çalıştı. ABD’deki bazı analistler İpek Yolu projesiyle mücadele etmek için Asyalı ortaklarıyla ilişkilerini derinleştirmek için çağrıda bulundu. Washington projeyi reddediyor çünkü Washington bunu Avrupa ülkeleriyle Atlantik Ortaklığı için bir tehdit ve Amerikan şirketleri için bir rakip olarak görüyor. (Andrew, 2020). (7)
Avrupa: Orta ve Doğu Avrupa’daki birçok ülke bu projeyi kabul etmiştir. İtalya, Lüksemburg ve Portekiz gibi Batı Avrupa ülkeleri geçici iş birliği anlaşmaları imzalamıştır. Ancak Fransa gibi bazı ülkeler, Fransız Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un 2018’de Çin’e yaptığı bir gezi sırasında projenin finansman yöntemlerinden dolayı ortak ülkelerini “yozlaşmış ülkeler” haline getirebileceğine dikkat çektiği için çekincelerini dile getirdi (BRATTBERG, 2019). (8)
Rusya: Rusya ve Batı arasındaki ilişki kötüye gittikçe, Başkan Vladimir Putin Avrasya vizyonunu İpek Yolu projesi ile ilişkilendirme sözü verdi. Başlangıçta, Çin’in Kuzey ve Orta Asya’daki geleneksel etki alanını genişleteceği endişesiyle projeye temkinle yaklaşmasına rağmen, Rusya projenin en hevesli ortaklarından biri haline geldi. (2019, Andrew, McBride). (9)
Hindistan: Çin için bölgesel bir rakip olan Hindistan, bölge ülkelerini bu projenin Asya ve Hint Okyanusu’nu kontrol altına almak için bir plan olduğuna ikna etmeye çalıştı. Bazı analistler, projeye ilişkin Çin’in Hint Okyanusu’ndaki komşuları üzerinde borç yükü oluşturması nedeniyle “İnci Dizi Stratejisi” olarak adlandırdıkları politikaya atıf yaparak uyarıda bulundu. Öte yandan Hindistan, Çin’in Keşmir bölgesi üzerinde uzun zamandır çatıştığı Pakistan’a destek vermesi nedeniyle projeyi reddetti (2019, Andrew, McBride). (10)
Japonya: Japonya’nın Çin’in bu projeyi inşa etmedeki çıkarları konusunda büyük şüpheleri var. Japonya’nın 2016’da Asya’daki altyapı projelerine 110 milyar dolar harcadığını, İpek Yolu projesi gibi benzer bir strateji ile Myanmar’dan liman geliştirme ve bağlanma planı olan Hindistan ve Japonya’nın, Asya’dan Doğu Afrika’ya bir deniz koridoru geliştirmesi üzerinde anlaştığını hatırlatmakta fayda var. (2019, Andrew, McBride). (11)
Çin’in Proje Hedefleri
Mal ve yatırım akışını teşvik etmeyi amaçlayan kapsamlı bir girişim olan proje, Çin için büyük ekonomik ve siyasi kazanımlar elde etme potansiyeline sahiptir. Çin, resmî açıklamalarında projeye ilişkin hedeflerini açıkladı. Bu hedefler; ihracat pazarlarının genişletilmesi, ulusal para biriminin uluslararası ticarete dönüşmesi için güçlendirilmesi, özellikle de proje için ulusal para biriminde altyapı finansman tahvilleri sunulması, aynı zamanda gümrük vergileri ve nakliye maliyetleri gibi ticari sürtüşmelerin azaltılması. Çin, ülkeye giren mallar için gümrük tarifelerini yükseltme politikaları ile baskı yapan ABD ile zorlu ticari ilişkilerinin gölgesinde uluslararası ekonomik ilişkileri güçlendirme güdülerine sahiptir. Çin, ayrılıkçı seslerin yükseldiği batı üretim bölgesinde yavaşlama yaşayan ve üretim sürecinin dışında kalan Batı Sincan eyaletinde ekonomik kalkınmayı artırmayı hedefliyor (Yiwei, 2015). (12)
Bazı çalışmalara göre, projenin potansiyel faydaları arasında; çimento, çelik ve inşaat şirketleri gibi bazı devlet şirketleri yerel ekonomiye hizmet etme yeteneklerini artırması da yer alıyor. Ancak Çin’de inşaat sürecinin yavaşlamasıyla bu şirketler, kaynakları için sınır dışından yatırım bulmakta zorlanıyor. Bu şirketlerin yatırım yapılmayan büyük bir finansal likidite rezervine sahip olmaları nedeniyle, rezervleri İpek Yolu üzerinde bulunan ülkeler için altyapı geliştirme projelerine yatırması mümkündür.
Proje, ticaret, yatırım, iletişim ve Asya ile Avrupa ülkeleri arasındaki hızlı erişim nedeniyle küresel ekonominin büyük bir bölümünü Çin’e yönlendirmeye yardımcı olabilir. Böylecek bu ülkelerin Çin’in ekonomik gücünü artırarak, Çin’e daha fazla bağımlı hale getirebilir. Bu, Çin’in bölgedeki ekonomik işleri düzenleyen kuralları ve standartları daha kolay formüle etmesini sağlayabilir. (Yiwei, 2015). (13)
Çin, doğrudan ekonomik hedeflere ulaşmanın yanı sıra, İpek Yolu’nun geçtiği ülkeler üzerinden siyasi ve ekonomik kazanımlar elde etmeyi de amaçlamaktadır.
Çin’in Hint Okyanusu’ndaki Hegemonyası
Çin, geleceğe yönelik Hint Okyanusu’ndaki hegemonya stratejisinin bir parçası olarak Hambantota, Colombo, Sri Lanka ve Bangladeş’e limanlar inşa ederek önemli yatırımlar yaptı.
İpek Yolu projesinin deniz yolu, Çin’in denizcilik hegemonya stratejisinin merkezi olan Hint Okyanusu’nda yer alıyor. Ayrıca Tayland’da tahmini 28 milyar dolar maliyetle bir Kra kanalı inşa etme planlarını da içeriyor. Hint Okyanusu ile Güney Çin Denizi arasındaki mesafeyi bin 200 deniz mili kadar kısaltacak ve Malakka Boğazı’ndaki güvenlik sorunları nedeniyle Çin’i bu boğaza daha az bağımlı hale getirecek. (Andrew, 2019, McBride). (14).
Orta ve Batı Asya’da’daki Çin Varlığı
Pekin Üniversitesi Uluslararası Araştırmalar Enstitüsü başkanı Profesör Wang Jesse, İran, Türkiye, Güney Kafkasya bölgesi, Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ı da içererek “Çin batıya doğru hareket ediyor” dedi. Bu bağlamda Azerbaycan’dan İstanbul’a açılan demir yolu İpek Yolu hattının önemli bir parçası olacak. (Yiwei, 2015). (15)
Orta Asya’ya gelince, Pekin; Şanghay Örgütü’nden (kurucularından biri) yararlanarak tüm Orta Asya ülkeleri, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Rusya ve Özbekistan (Türkmenistan hariç) projeye dahil olacak. Çin’in Orta Asya hedefleri arasında şunlar yer alıyor; 48 milyar dolarlık yatırım, petrol ve gaz sahalarının araştırılması, geliştirilmesi ve özellikle Kazakistan ile Türkmenistan’ın enerji boru hattı projeleriyle Çin’e bağlanması. Batı Asya’da ise, Pekin, batı yaptırımlarının bir sonucu olarak İran’dan petrol almak için 120 milyar dolar ödedi. Bu meblağın neredeyse yarısı, İran topraklarından geçen İpek Yolu altyapı projelerinde kullanılacak.
Türkiye’ye gelince, Xi Jinping ve Erdoğan, Azerbaycan’ın başkenti Bakü ile Türkiye’nin Kars şehrini birbirine bağlayan bir demiryolu ağı kurmayı, daha sonra Boğaziçi tüneli üzerinden Avrupa Birliği’ne uzanan proje üzerinde anlaştılar. Proje maliyeti tahmini olarak 35 milyar dolar olarak hesaplandı. Böylece Çin bu ülkeleri de ekonomik olarak birbirine bağlayacak (Fasslabend, 2015). (16)
Çin’in Avrupa Birliği Stratejisi
Avrupa Birliği, İpek Yolu’nun deniz ve kara yollarının son varış noktasıdır. Çin özellikle Avrupa Birliği ile iş birliği yapmaya önem gösterirken, bunun karşılıklı çıkarları içeren geniş bir anlaşma olduğunu düşünüyor. Birlik, Pekin için önemli bir ticaret ortağı. Çin’in Avrupa ile hatta özellikle doğu ve orta Avrupa ülkeleri ile ilgili önemli sorunları olmadığına dikkati çekmekte fayda var.
Orta ve Doğu Avrupa’daki birçok ülke, Pekin’in 16 + 1 anlaşmaları ile Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri ile ikili ilişkiler kurduğu ve bu anlaşmalar yoluyla Çin ile Doğu Avrupa ülkeleri arasındaki ikili görüşmeler yürütüldüğü için projeyi kabul etti. Çinliler, bu anlaşmanın Asya ve Avrupa arasındaki iletişimi artırmak ve böylece İpek Yolu projesini kolaylaştırmak için çok önemli olacağına inanıyorlar. Özellikle de bu ülkeler, Pekin’in Avrupa ülkeleri arasındaki konumunu güçlendirerek, Avrupa Birliği’ne girmeye aday konumdalar. Ayrıca, İtalya, Lüksemburg ve Portekiz gibi Batı Avrupa ülkeleri de İpek Yolu kapsamındaki projelerde iş birliği yapmak için geçici anlaşmalar imzaladılar (Yiwei, 2015). (17)
Çinli uzmanlar Avrasya’yı “dünyanın kalbi” olarak gören İngiliz jeopolitik analisti Halford Macinder’in görüşünü aktardı. Buna göre, Doğu ile birleşmesinin Çin’in dünya üzerindeki etkisini artıracağını, ABD’yi izole bir adaya dönüştüreceğini, Avrasya’nın insan medeniyetinin merkezine geri dönmesini ve böylece küresel siyasi coğrafyayı ve küresel vizyonu yeniden şekillendireceğini düşünüyorlar. Bu açıkça, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki Atlantik ötesi ortaklığı zayıflatıyor ve bunun yerine Çin-Avrupa Birliği ilişkilerini merkeze koyuyor.
Çin, İngiltere’nin Birlik’ten çıkışı ile ayrılmış bir AB’den yararlanarak, Avrupa ülkeleriyle müzakere gücünü artırabilir. Çin, projelerini Avrupa ülkeleriyle aynı zaman aralığında önermiyor, çünkü Avrupa hükümetleri hızlı sonuçlarla düzenli seçim süreçlerinden geçiyorlar, bu süreç Çin’in İpek Yolu projeleri için anlaştığı Avrupa ülkelerinde iktidara gelen farklı partiler nedeniyle etkilenebilir (Yiwei, 2015) . (18)
Projenin Ülkelere Olumlu ve Olumsuz Etkileri
İpek Yolu projesinde yer alan ülkelere ilişkin ihtimaller, Çin’in başta küçük Asya ülkeleri olmak üzere birçok ülke ile imzaladığı sözleşmelerin içeriğinde netlik bulunmaması nedeniyle kayıplar ve kazanımlar olarak değişmektedir.
Hint Okyanusu Bölgesi
Myanmar: Ülke, Çin projesini kabul etme konusunda isteksiz davrandı. Myanmar hükümeti, Çin’in artan etkisi ve projeye potansiyel çevresel zarar konusundaki endişeler nedeniyle ülkedeki en büyük Çin yatırım projelerinden biri olan Maiston Barajı’nın yapımını durdurdu. Bugün, proje hala unutulmuş durumda. Ancak Çin, 2018 yılında ülkedeki ticari projelere 15 milyar dolardan fazla yatırım yaparak Myanmar’daki en büyük yatırımcı oldu ve olmaya devam ediyor.
Malezya: 2018’de Başbakan seçildiğinde Mahathir Bin Muhammad, İpek Yolu proje girişimlerine karşı, İpek Yolu ile ilgili birçok projenin eski Cumhurbaşkanı Necip Abdul Razzaq tarafından yasadışı olarak kabul edildiğini iddia eden bir kampanya başlattı. Göreve geldiğinde, ülkedeki Çin etkisi, özellikle Malezya’daki Çin endüstriyel yatırımındaki artış ve Çin hükümetinin Sincan’daki Müslüman Uygurlara yaptığı muameleye duyulan öfke nedeniyle 28 milyar dolarlık projeleri iptal etti. (Fasslabend, 2015).
Sri Lanka: Çin, altyapıyı geliştirmek için Sri Lanka’ya kredi verdi, ancak devlet ödeyemedi. Bu da daha sonra Çin’i aldığı krediler karşılığında kendi sahilinde bir liman vermeye zorladı. Bu, Çin’in İpek Yolu projesini geliştirmesi için ülkelere verdiği kredi politikasının sonuçlarının olumsuz ve endişe verici senaryolarından biridir.
Orta Asya Ülkeleri
Pakistan: Pakistan, ticaret trafiğinin limanlarından yararlanarak, Çin ile bir kara köprüsü ile bağlandıktan sonra jeopolitik konumunu güçlendireceği için projenin faydalanıcılarından biridir. Çin’de Kaşgar’dan Pakistan’daki Gwadar’a kadar uzanan karayolları, demiryolları, boru hatları ve optik kablolar dahil olmak üzere çok çeşitli altyapı projelerini içeren 3 bin kilometrelik bir koridoru oluşturuyor. Ancak bu proje için planlanan toplam yatırımın yarısından fazlası enerji santralleri gibi enerji projelerine kullanılacak. Pakistanlı liderler de bu programı Pakistan ekonomisini geliştirmek ve uluslararası ekonomiye bağlamakta önemli görüyorlar. Pakistan Başbakanı İmran Khan, Gwadar Limanı’nda faaliyet gösteren devlete ait Çin Liman Holding Şirketi’ne vergi muafiyeti sağlamak gibi projeye yönelik adımlar attı. İpek Yolu’nun önemli bir parçası olan Gwadar Limanı, Pakistan hükümeti tarafından 2059 yılına kadar China Ports Holding Company’ye kiralanmıştır. (Fasslabend, 2015). (20)
Türkmenistan ve Özbekistan: Bir yandan enerji kaynakları bakımından zengin ülkeler olarak kabul edilirken, diğer yandan coğrafyalarının doğası gereği limana sahip değiller. Bu da bu ülkeleri kaynaklarının ihracatı veya ihtiyaçlarının ithalatında sınırlı hale getiriyor ve komşu ülkelere duydukları ihtiyacı artırıyor. Bu ülkeler petrol ve doğal gaz rezervlerini Avrupa ülkelerine ihraç etmeye çalışıyor. Topraklarından geçen İpek Yolu, buradaki ithalat ve ihracatı genişletmek için bir çözüm teşkil ediyor.
Türkiye: İpek Yolu projesindeki en önemli ülkeler arasında yer alıyor. Çünkü Türkiye, projede önemli bir rol oynayarak, karayolu, köprü ve tünel ağlarıyla büyük gelir elde edecek; Marmaray, Yavuz Sultan Selim Köprüsü, Avrasya Tüneli, Çanakkale Köprüsü, Kars Hızlı Tren Hattı gibi. Ayrıca özellikle Mersin Limanı olmak üzere Akdeniz limanlarına uzanacak. Bu da Kuzey Afrika için bir dağıtım noktası olabilir.
Bu bağlamda proje son derece önemlidir, çünkü Türkiye’ye Çin ve Orta Asya ülkeleri ile ekonomik ve politik bağlarını geliştirme ve yeni ittifaklar oluşturma fırsatı sunmaktadır.
Görüldüğü gibi, Türkiye, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan jeopolitik konumu nedeniyle İpek Yolu’nun güçlü bir mütehakkimi haline gelecektir. İkinci olarak ise, İpek Yolu olarak da adlandırılan Bakü – Tiflis – Kars demiryolu Türkiye ile iş birliği içinde gerçekleştirilmiştir. Bu hat, İpek Yolu projesinde orta şerit olarak adlandırılan parçanın en önemli bileşenlerinden biridir. Hat, Azerbaycan’ın başkenti Bakü’den, Gürcistan’daki Tiflis ve Ahilkik şehirlerinden geçerek, Harita-2’de gösterildiği gibi Kars şehrine uzanacak. Demiryolu üç ülkeyi ekonomik olarak birleştirmeyi hedeflemektedir, demiryollarının toplam uzunluğu 838.6 km’dir. Bu hattın etkinleştirilmesiyle Çin, Kazakistan, Türkmenistan, Hazar Denizi ve Azerbaycan’a, daha sonra Gürcistan ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya nakliye ve lojistik işlemlerini gerçekleştirebilecek. Bu proje sayesinde, Çin’den ayrılan gönderiler, hattın toplam uzunluğu sayesinde iki hafta içinde Avrupa’ya ulaşabilecek. Tahran ve Ankara’yı birbirine bağlayan bir demiryolunun varlığı nedeniyle Avrupa’ya giden tüm kara yolları Türkiye’den geçecek. (AKÇAY, TÜRKİYE-ÇİN YENİ İPEK YOLU PROJESİ KAVRAMI). (21)
Harita-2: Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu Hattı
Türkiye’nin stratejik konumu sayesinde İpek Yolu projesinden kazanacağı avantajlara rağmen, Türkiye, özellikle sanayisini geliştirmek ve ihracat seviyesini yükseltmek istediği için mevcut dış ticaret açığının yükselmesinden endişe etmektedir. Bu projenin uygulanması, Türkiye’nin uluslararası pazarlara ihracatının azalma olasılığı anlamına gelmektedir.
Projenin önündeki potansiyel engeller
Tek Kuşak Tek Yol projesi, altyapısını finanse etmek için büyük miktarda borç yükünün altına giren bazı ülkeler için muhalif görüşlere yol açtı. Krediler, Bangladeş ve Sri Lanka’da olduğu gibi diğer ülkelerin politikalarını etkilemede Çin aracı olarak görülmeye başlandı. Hindistan ve Malezya gibi bazı bölge ülkeleri projeye karşı çıktı.
Buna ek olarak, bu projedeki bir dizi mekanizma ile Çin, aşağıdakileri uygulayarak küresel ekonomiyi düzenleyerek birçok uluslararası tarafın muhalefetini artıracak:
Tüm bunlar, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’ni projeyi engellemeye itecektir. Çin, projesinin başarısındaki birçok engelin üstesinden gelmek için uğraşacak. Yatırım tekliflerinin, özellikle Orta Asya ve Hint Okyanusu’nun bazı ülkelerindeki altyapı projelerinin kaybolması beklendiği için, Çin’e güven duymayan ülkelerden gelebilecek sert tepkilerle karşılaşabilir. Bu da, faydadan daha çok zarara yol açabilir. Örneğin, Kırgızistan’daki en büyük Çin yatırımı olan Kara Palta petrol rafinerisi son yıllarda büyük sorunlarla karşılaştı. Tayland’da ise hükümet, henüz uygulanmayan 9.9 milyar dolarlık Tayland-Çin yüksek hızlı demiryolu projesini finanse etmek için hala Çin ile müzakerelerde bulunuyor. (MAÇÃES ​​BRUNO, 2016). (22)
Özet
Çin İpek Yolu girişimi, özellikle inşaat malzemeleri endüstrisinde Çin yeteneklerinden kaynaklanan yurtiçi ekonomik baskılar ve yavaş ekonomik büyüme ve üretimin bir kombinasyonundan kaynaklandığı düşünülmektedir. Çin, İpek Yolu’nu uygulamak için yaptığı büyük yatırımlardan, bazı yerel ve bölgesel faydaların yanı sıra Çinli şirketlerle kıtalararası altyapı ve kredi imkanları geliştirecek. Ayrıca, petrol ve doğalgaz gibi hayati enerji kaynaklarının ulaştırılmasında stratejik bir nokta olan Pakistan’ın Gwadar Limanı gibi taşımacılık ağını çeşitlendiren, Çin gemilerinin ticari ihracatının ve Çin gelirlerinin çoğunun geçtiği Malakka Boğazı’ndan geçişini azaltacak olan bu tip noktalara yönelik kontrolünü arttıracak.
Çin, İpek Yolu politikasını etkilemek için geçtiği ülkelerde altyapıyı geliştirme ile özellikle demokrasiden yoksun, hukukun üstün olmamasından yakınan ve yolsuzluk göstergelerinin yüksek olduğu Orta ve Güney Asya’da kendi çıkarları için finansal kredi kullanma yoluna gidebilir. Bu ülkelerin bazıları, bütçelerindeki azalmayı telafi etmek için kredi kabul etmeye zorlayan ekonomik sorunlardan muzdariptir. Bu borçların yükselmesi, bu ülkelerin egemenliklerini kaybetmelerine yol açacaktır. Pekin, Doğu ve Orta Avrupa pazarlarına girmeyi başardı. Bu durum, söz konusu ülkeler ile ABD arasında imzalanan ekonomik anlaşmaları değerlendirmek için onlara pazarlık avantajı sağlayacaktır.
Pekin’in kendi lehine gerçekleştirmeyi hedeflediği uluslararası ekonomik sistemin değişmesi ile ilgili bazı gerekçeleri var. Bu da Batı ülkelerini, özellikle Avrupa ülkelerini ve ABD’yi projeyi reddetmeye itti.
Projenin yaşadığı engellere rağmen, uzun vadeli bir plan ve birçok proje hala planlama aşamasında ve önümüzdeki yıllarda tamamlanmayacak. Çin yatırım teklifleri farklı tepkilerle karşılandı. Projelerden bazıları başarılı olurken, bazıları başarısız oldu. Bununla birlikte, Çin özellikle Hint Okyanusu bölgesinde ve Orta Asya’da güçlü ekonomik ve siyasi bağlar kurma esnekliğine ve yeteneğine sahiptir.
Kuşkusuz, İpek Yolu kavramı ciddiye alınmalı ve Çin dış politikasında ve önümüzdeki 10 yıldaki hareketlerinde önemli ve belirleyici bir faktör olacak. Bu proje, Çin’in ekonomik ve coğrafi araçları üzerinden uluslararası bir kutba dönüşme arzusunda öncü olacak.
]]>